29 Nisan 2020 Çarşamba

DÜŞLER BAHÇESİ


Sanırım yaşanmış hikayeler ve kitaptan uyarlanan filmler oldukça ilgimi çekiyor.  Evdeyim ama son günlerde zaman daha da hızlı geçmeye başladı gibi hissediyorum. İki arada hemen bir film izleyeyim diyorum çünkü akşam hemen oluyor. Çok fazla blog yazısı yazmak istiyorum ama online sınavlarım var hala da çalışmış gibi hissetmediğim için biraz üzülüyorum.

 Çalışmak için de düzgün bir konsantrasyon gerekiyor. Kafamı toparlayamadığımda çalışmak yerine yeni tarifler deniyorum. Bu süreçte iyi yemek yapan birisi olmaya doğru gidiyorum :) We bought a zoo/Düşler Bahçesi filmi de izler izlemez hemen yorumlamak istedim. Güzel bir aile filmi. Aslında yeni başlangıçlar için sıfıra inme cesareti göstermenin hikayesi...

2 saat 4 dakikalık bu film 2011 yılı yapımı... Filmin ana hikayesi, Benjamin Mee(Matt Damon) ve onun ailesi üzerine. Karısını 6 ay önce kaybetmiş olan Benjamin oğlu Dylan(Colin Ford) ve kızı Rosie (Maggie Elizabeth Jonas) ile yaşamaktadır. 14 yaşındaki oğlu annesinin ölümünü atlatamamış, sorunlu bir okul hayatı döneminde babasını yorarken sevimli küçük kızı Rosie ise babası ile abisi arasında durumu anlamaya çalışmaktadır. Benjamin yeni başlangıçlar için ev ararken umulmadık bir evi gezerken bulur kendini. Rosie o eve hayran kalmıştır. Çünkü ev hayvanat bahçesinin içerisindedir.

                                   
        Scarlett Johansson(Kelly) çok güzel bir oyuncu. Bu filmde de hayvanat bahçesi sorumlusu olarak karşımıza çıktığında sadece gülümsese de olur dedim. Elle Fanning(Lily) o da hayvanat bahçesinde çalışmakta ve Kelly karakterinin kuzenidir. Evde eğitim gördüğü için Benjamin'in oğlu Dylan'in oraya taşınması ve arkadaş olmaya çalışması çok tatlı idi...

     Filmin ilk yarısı biraz durağan olsa da ikinci yarısında ki bence özellikle son yarım saat harika geçti. Umut ve umutsuzluk her daim yan yana yürüyen kardeş gibidir. Yıkıldığımız, sıfırı gördüm dediğiniz anda umut terazide ağırlığını koyar. Benjamin'in eşinin vefatı sonrası onun fotoğraflarına bakar duygulanması ve aslında uzun zaman bakamaması; oğlu ile sorunlarının üzerinden gelmesi, 
Dylan'ın sorunlarının ötesinde hassasiyeti ve Lily ile olan arkadaşlıkta verilen emek; Rosie'nin devekuşlarının büyümesini izleyip kalben bağlanması aslında hayvanat bahçesi çalışanları dahil gösterdikleri emek ve özen oldukça anlamlı bir filmdi. Filmin sonunda Benjamin ve ailesinin hayvanat bahçesinde yaşamlarını sürdürdüğünün de belirtilmesi güzeldi.

 Şimdilik yorumlarım bu kadar. Beklerim yorumlarınızı...

25 Nisan 2020 Cumartesi

GOOD OMENS

GOOD OMENS

Haberleri kimi zaman izlemek istemiyorsunuz değil mi? Çekirge istilası, virüs etkilerinin önümüzdeki senede görüleceği, okulların eylül ve ekimde açılması için çabalandığı ama telafi eğitimlerin belirsizliği derken bugün biraz daha dingindi düşüncelerim. 
Orucun ilk günü çok şükür güzel geçerken iftarımızı da yapınca elim bilgisayara gitti. Taslak halindeki yazılarımı bitirmeye karar verdim. Bu ara izlediğim diziler biraz fazla. Ama sezonluk dizilerde de kısa dizileri izlemeyi tercih ediyorum.

Kıyamet düşüncesine biraz farklı bakan fantastik GOOD OMENS hakkında notlarım,  6 bölümden oluşan mini bir dizi. David Tennat Doctor Who? dizisinde hayran olduğum büyük bir sempati beslediğim oyuncu ki bu dizi de bence oldukça iyiydi. Devamı gelmeli dedim dizi bittiğinde. Fantastik bir kitap uyarlaması olan dizinin konusu ise; şeytanlar ve melekler arasındaki büyük çekişme ve beklenilen hesaplaşmaya dayanıyor. 
Aralarındaki rekabet insanoğlunu da olumlu veya olumsuz etkileyerek dünya tarihini oluşturmuştur. 
Şeytan taraftarlarının büyük planı olan tarihte dünyanın sonunu getirmek ve bu durum için hazırlıklar gerçekleştirerek (dizide geri sayım bulunmaktadır) bir hafta sonra Cumartesi günü kıyameti getirmektir.
Bu plan doğrultusunda Crowley(David Tennat) a bir görev verilir. Bu görev on bir yıl önce doğan şeytanın oğlunu doğduktan hemen sonra bir aile yanına yerleştirilmesidir.
 Ancak büyük bir karışıklık olur şeytanın oğlu planlanan ailenin yanına verilmez. Crowley bu göreve talip olmasa da yapmak zorunda bırakıldığından istemeyerek de olsa karışıklıkta önemli bir rol almıştır. Cennet ile Cehennem arasındaki büyük hesaplaşma başlamak üzere geri sayım devam ederken bu savaşı önlemek için iki arkadaş çabalamaktadır. 
Şeytan Crowley ve Melek Aziraphale(Michael Sheen). Yanlış çocuğu izlediklerini fark etme yolculukları ve dünyanın sonunu getirecek olan şeytanın çocuğun peşine düşerler. Melek ve şeytan dostluğu pek alışılagelmiş bir durum olmadığından ikisi de hem arkadaşlıklarını hem de insanoğlunun sonunun gelmemesi için olan çabalarını gizli tutarlar. Ancak bilmedikleri şey ise çocuğun peşine başkaları da düşmüştür.
Bu dizide Gabriel karakterinin muntazam ses tonuna hayran kalmamak elde değil; başka karakterlerde var. 
Newton Pulsifer talihsizliği ama güzel gözleri, cadı kökenli Anathema'nın gözlükleri,kıyafetleri bence
izleyebileceğiniz diziler arasına girebilir. 
Beklerim yorumlarınızı...

21 Nisan 2020 Salı

STEFAN ZWEIG AMOK KOŞUCUSU

                                       
      Ramazan'a az kaldı değil mi!
 Sahur ile uyuma saati saati arasındaki dengeyi sağlayana kadar Ramazan ayı geçiyor ama seviyorum. Gecenin o sessizliğini hissederek beklemek güzel bir içe dönüş de sağlıyor. Düşüncelerinin berraklığı diyorum ben.
 Bu arada havalar 28 dereceyi görmeye başladı. Mayıs ayında 30 dereceleri çok rahat görürüz. Yaz mevsiminde doğan birisi olarak zaman geçtikçe akşam serinliği mevsimleri özleniyor sanırım. 

  Şu günlerde okumak istediğim
 çok kitap var özellikle; Kitap Hırsızı filminden sonra Kitap Hırsızı kitabı... Ama sipariş vereceğim sitede bulamadım. Stefan Zweign/Amok Koşucusu Mart ayında okuyup bitirdiğim bir kitap. Hatta elime alıp bitmeden bırakmadım.

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kitabı ve Satranç kitabından sonra yazarın okuduğum üçüncü kitabı idi. Yazarın belirgin bir tarzının olduğunu düşünüyorum. Hatta hüzünlü. 
Ana karakterlerin gerçekten saplantılı düşünceleri bulunmakta ya da hayatlarında belirgin bir boşluk, hüsran başarısızlık duygusu ya da aşkın tanımlanamayan her hali, hezeyanları ve psikolojik travmaları... 
Şunu belirtmem gerekiyor; Zweig kitapları bir kez okuduysanız diğer kitaplarını mutlaka okumak istiyorsunuz. 
O içe çekiliş halini hissediyorsunuz. Kitap içerisindeki olay olurken sizlerde okumuyor aslında izliyorsunuz veyahut isimsiz bir kitap kahramanı oluyorsunuz karakterlerin farkına varmadığı...

Gelelim Amok Koşucusu kitabına; Amok(gözü kara, hiddetle saldıran ve öldüren) Malezya- Güneydoğu Asya bölgesinde ve bu bölge kültüründe "cinnet" halini ifade etmek için kullanılan bir tanım. Derin bir depresyon dönemi sonrası ortaya çıkan şiddetli delilik hali gibi, tedavisi mümkün değil son ise oldukça bilindik. Kitapta bu şekilde tanımlanıyor. 

Öyle ki köylüler amok koşucusuna acıyan gözler ile bakmaktan başka bir şey yapamazlar.
Bir deniz yolculuğu ile başlayan kitap sayfalarında yardım istemekle başlayan diyalogların aslında ruhsal açıdan anlatma ihtiyacının bastırılmaması ile devam ediyor. Şu alıntıyı paylaşayım;
"Bana anlatabilirdi... Ona hiçbir şey için söz veremezdim, ama onu dinlemeye hazır olduğumu söylemek bir insanlık göreviydi. Birini zorluk çekerken gördüğünüzde ona yardım etmek elbette bir insanlık göreviydi..."
Anlatan ve dinleyen ikileminde; 
anlatan doktorun büyük bir pişmanlığı sonuna kadar yaşayıp en sonunda ise Amok Koşucusu olma ruh haline doğru aldığı yolculuk, 
dinleyenin ise herkesin bildiği sıradan bir hikayenin aksine görünenden çok daha derin ve anlamlı olduğunu bildiğini ve kendine sakladığını anlatan bir kitap.

"Güvenin şartı samimiyettir, kayıtsız şartsız samimiyet."

"Size içimi açtığım ve duygularımı önünüzde sergilediğim için kendimi
daha iyi hissettiğimi sanmayın sakın. Hayatım paramparça ve hiç kimse onları yeniden bir araya getiremez.
Yazarın diğer kitaplarını da okuduysanız sonunu az çok tahmin edebiliyorsunuz ama
 ben başka bir son düşünmüştüm.
 En azından sona doğru farklı bir yol... 
Bence okuma listenize ekleyebileceğiniz kitaplardan...Beklerim yorumlarınızı...

17 Nisan 2020 Cuma

İÇİMDEN GELDİĞİ GİBİ



   Aslında bugün başka bir yazı paylaşacaktım ama nedense içimden başka yazı paylaşmak geldi. Sohbet etmeyi özledim sanırım. Normalde de evden iş dışında her gün dışarıda olayım eve çok geç geleyim diye düşünmeyen bir insanım. Evde durmayı severken; vaktin bu kadar çabuk geçmesine de şaşıran birisi oldum daima. Ama dışarıda olduğum zaman ise izlemek; izlemenin edindirdiği izlenimleri düşünmeyi özlediğimi fark ettim. Kalabalık olmadan düşüncelerimin sesini duyabilmeyi özellikle... 
Bu süreçte birçok sıradan gelen faaliyetin aslında çok önemli olduğunu anladım. Karşılıklı kahve içmeyi özlediğim arkadaşlarımı telefon ekranından görürken keşke ertelemeseydik dedim. Daha sık görüşebilseydik. Ertelemek zamanın alışkanlığı gibi olmuş aslında. Yarın yaparım; on beş dakika sürem daha olsun; haftasonu yürüyüşe çıkarım. Bir sonraki ay okurum... Doktor kontrolüme Ramazan ayından önce giderim. Bir gelecek zaman kipinde alışmışım ertelemeye. 
NisandaAdana; portakal çiçeği karnavalı için İstanbul'dan arkadaşım gelecekti. Geçen gün onunla konuşurken ne güzel ayarlamıştım kendime aralık oluşturmuştum dediğinde içim cız etti. Üniversiteden beri görmediğim bir arkadaşımdı. Ona Adana turu yaptıracaktım. Çok fazla plan yapmak; zamanı dolu dolu yaşamak yerine geçmiş artık ufacık mutluluk saydığımız mutlulukların da önemini hayat kafamıza vura vura öğretmekte.
Umudumuz baki; inanıyorum ki bu virüs de bitecek ve sağlıkla sevdiklerimize sarıldığımız günler de gelecek. Şimdilik uzaktan eğitim için EBA' ya kaynak yüklemesi yaparken KPSS için de Coğrafya çalışmaya çalışıyorum. Bu arada harika ekmek yapanlara imrenerek baksam da dün yaptığım ekmeğim benim de güzel oldu. Yeni ve sağlıklı tarifler önceliğim ama :) Yazımı bitirirken şuraya dinlediğim hatta artık ezberlediğim müzik liste notlarım; :
*Yalın-Ya Sabır
*Nev-Kelebek(akustik versiyon)
*Levent Yüksel-Zalim
*Sezen Aksu- Ne yapayım şimdi ben?
* Can Atilla-Hıçkırıklar
*Ek Villain film müzikleri- Galliyan
*Dilwale film müzikleri- Janam Janam

Sizler bu süreçte evde neler 
yapıyorsunuz? Beklerim yorumlarınızı... 

13 Nisan 2020 Pazartesi

Virginia Woolf/ KENDİNE AİT BİR ODA


İki günlük sokağa çıkma yasağı sonrası bir yaz esintili gün olan pazartesi... Son zamanlarda her gün birbirinin aynısı gelse de doğa değişimini bizlere hatırlatıyor. Adana için en güzel aylardan birisi; yaz oldukça boğucu bir sıcak olduğu için gerçekten Nisan ayını çok seviyoruz. Sağlıkla kalmak en büyük duamız. Umarım hayatın normale dönmesi uzun sürmez. Sevgili mordüslerkitaplığı bir etkinliğe davet etmişti. Ama ben mart ayında iki kitap okuyabildim. O yüzden kısa özet yerine iki yazımı da bu kitapların yorumlamalarına ayıracağım. 

Virginia Woolf/ Kendine Ait Bir Oda uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı. Beklentimin biraz altında kalsa da etkileyici
paragraflar barındırmakta...Notlarım, 

"...Hayatın ticaretine girmeniz konusunda sizi daha nasıl teşvik edebilirim? Genç bayanlar, derdim, lütfen katılın, çünkü konuşmanın sonu başlıyor, bence siz utanç duyulacak kadar cahilsiniz. Asla önemli denecek bir keşif yapmadınız. Asla bir imparatorluğu sarsmadınız ya da bir orduyu savaşa götürmediniz. Shekaspeare'in oyunlarını yazmadınız ve asla barbar bir ırka medeniyetin nimetlerini tanıtmadınız..."             
     İlk sayfalarda kendinizi kaybetmiyorsunuz ya da haklı yazar hiç bu şekilde düşünmemiştim demiyorsunuz. Ancak paragraf aralarındaki cümleler son sayfalara doğru biraz daha devam edilseydi düşüncesindeydim. 
    "Kadın eğer yazacaksa ortak oturma odasında yazmak zorundaydı."
Bu alıntıya katılmamak elde değil. Ama zamanla bu durumun değiştiğini de düşünüyorum. Evler büyüdükçe kişiye ait odalar artıyor. Ben dört kardeşin en küçüğü olarak çocukken evimiz biraz küçüktü ve ödevlerimi oturma odasında yapar; oturma odasında uyurdum. Şimdi kendime ait odayı yazı yazmak için kullanıyorum ya da bu ara öğrencilerime Scratch programı üzerinde uygulamalar yapıp gönderiyorum EBA'da...
"Mesela zengin insanlar sık sık kızgındır çünkü fakirlerin, servetlerini kapmak istediğinden şüphelenirler"(Bu alıntı ise ayrı bir tez konusu)

"Gerçekliğin beyaz ışığında değil, duygunun kırmızı ışığında yazılmışlardı."(Duyguların renklerle bu kadar güzel yansıtılıp kelimelere aktarılması gerçekten harika...)

Kadınların kendilerine ait 500 pound'a sahip olduklarında birer sanatçı çıkacağını ve özellikle Shekaspeare'in  kız kardeşi olsa tezi ile yola çıkılan düşünceler yumağında yazar; Elizabeth dönemindeki kadınların durumuna da bir ışık tutuyor. O dönemde 500 pound veyahut bir miras kalması ile kadınların sahip oldukları sıkıntıları bir kenara atıp ruhlarındaki o yazma duygusunu çıkaracaklarını dönemlerine damga vuracakları kanaatinde olan yazar; düşüncelerini bir tezi savunur gibi ifade etmekte. Örneklerle ile çevresindeki insanlarla, profesörlerin hareketleri ile yalnızca öğrencilere açık olan bir bahçeye giren bir yabancı olmayı bırakarak düşünceler dehlizinde adeta kaybolurken açıklamakta... Virginia Woolf'un hayatını kitaplarından önce okuduğum için onun yaşamı ile yazdıklarını ister istemez bağdaştırdım.
Kadınların cam bir fanusta korunaklı şekilde yetiştirilmemesi gerektiğini düşünenlerdenim. Bir gün gelip de o fanus kırıldığında çok yıkılan gördüm. Çok güçlüyüz hayatın her alanında var olurken sıkıcılığı yıkıp geçiyoruz.
 Kitap dönemi ve bu dönem arasında sayılar fazla olsa da hala almamız gereken çok yol var ne yazık ki... Ne yazık ki diyorum başarılarımızı ispatlamak zorunda kalıyoruz. Bir şekilde baskın olan başarılar erkeklere aitmiş gibi kalıyor. Umarım daha eşit şartlarda mücadele edebileceğimiz ve hayatın her alanında zaten vardık ama şimdi hakimiz diyebileceğimiz bir dünya olması dileğiyle...
Beklerim yorumlarınızı...

8 Nisan 2020 Çarşamba

SAĞLIKLI İÇECEKLER


Evde durmanın güzel yanları da var mı? Özlediğim birçok şey olsa da şu şartlarda evde durabilmek gerçekten çok önemli. Zorunlu market alışverişi ve ekmek almak için fırına gitmek dışında dışarı çıkmıyorum. 
Hareketsizlik canımı sıksa da başlangıç seviyesinde yoga meditasyonları aplikasyonları indirmiştim. Sırt ve kol ağrılarım için özellikle iyi geldiğini düşünmeye başladım. İkinci haftasındayım programların. Bunun yanı sıra da sağlıklı beslenmeye özen gösteriyorum. 

Kefir ve Laktozsuz bu konuda bana yardımcı olan iki unsur. Sizlere de tavsiye ederim...Kefir; tarihte de  Orta Asya'da sıklıkla tüketildiği bilinmektedir. Küçükken annem içmem için çok ısrar etse de içemezdim. Gerçi hala sade içemiyorum ama onun da formülünü buldum. Sade kefir aldığımda muz ve bal ile tatlandırıyorum. Çok faydalı bir içecek, tavsiye ederim. 
İçerisindeki probiyotik mikroorganizmalar sindirim sistemini düzenlemeye ve bağışıklık sistemini düzenlemeye yardımcı olur. Ayrıca kefirin içerisinde bulunan fosfor normal enerji oluşum metabolizmasına katkıda bulunurken; B12 vitamini ile yorgunluk ve bitkinliğin azalmasına yardımcı olur ve  kalsiyum ile de kemikleri korur.

Süt konusuna gelecek olursam ise gerçekten şişkinlik ve hazımsızlık yaşamadan süt içmenin keyfine son zamanlarda vardım. Neden laktoksuz süt?
*Süte ilave edilen laktaz enzimi sütün içindeki laktazu parçalar ve sindirmi kolaylaştırır
*Laktozsuz süt, süt şekerini(laktozu) sindirmekte zorlanan kişilerde görülen midede şişkinlik, gaz ve bulantı şikayetlerini azaltmaya yardımcı olur.
*Laktozsuz süt içerdiği besin değeri bakımından (protein, kalsiyum, vitaminler) diğer sade UHT inek sütleri ile aynıdır.
Nisan ayı portakal çiçekleri kokusu ile özdeleşen bir ay benim için. Şu sıra uzaktan izlesem de kokusu geceyi güzelleştiriyor. Beklerim yorumlarınızı...

5 Nisan 2020 Pazar

ÇOCUKLUĞUMDA SEVDİĞİM ÇİZGİ FİLMLER(MİM)


Sevgili düstasarımcısı beni çocukluğumda sevdiğim çizgi filmler mime davet etmişti. Uzun zamandır da mim yazmadığım için çok teşekkür ederim. Aslında herkes benim de izlediğim hatta televizyonda yayınlanması için heyecanla beklediğim çizgi filmleri paylaştı. Şirinler, Vikingler, Jetgiller ki bana geleceğin gerçekten de bu çizgi filmdeki gibi uçan arabalar, oradan oraya ışınlanmalar ile olacağını hayal ettiren çizgi filmdir ve Heidi... Ama çocukluğumda hatırladığım izlemekten vazgeçemediğimden de öte yayınlanması kesilince üzüldüğüm çizgi filmleri paylaşmak istedim.

                           YEŞİLİN KIZI ANNE




 Bu diziyi Kanal D'nin yıllar önce yayınlandığını hatırlıyorum. Okuldan dönüşte sanırım 9-10  yaşlarındaydım. Saat 16.00 dan sonra yayınlardı. Bazı anılarım aklımda çok canlılar. İsim hafızası bu arada çok iyi olan birisi değilim. Ama olaylar aklımda detaylı kalır. Bu dizinin de Anne 'nin şehirde okumak için burs alıp gittikten sonra birkaç bölüm daha yayınlanıp kaldırılması çok üzmüştü. Bu ara bir Anne dizisi var biliyorum. Hiç izlemedim ancak bu çizgi filmin dizisi olduğunu düşünürken araştırdığımda kendi izlediğim çizgi filmi de buldum. En kısa zamanda yayınlanan Anne dizisini de izlemeyi istiyorum. Anne Shirley yetimhanede büyüyen neşeli ve hayat dolu bir kız. Cutberth ailesinin yanına gönderildiğinde bayan Marilla önce yadırgasa da daha sonra ailenin yeri doldurulmaz bir üyesi olur. Anne'e dikiş dikmeyi öğrettiğini hatırlıyorum. Anne, Diane ile yakın arkadaştır. Diane biraz daha çekingen bir karakterdi. Gilbert yakışıklı, biraz dalgacı ve  büyüdükçe olgunlaşan karakterlerdendi. Yaptığı fedakarlık hala aklımda... 

            Ay Savaşçısı
                                                  

TRT saat 15.30 kuşağı çizgi filmi. Ne severdim izlemeyi. Yayınlamayı kesince TRT'de o kadar üzülmüştüm ki.

Usagi Tsukino; animenin en önemli karakteri. Kalbi saf sevgi ile dolu fazlasıyla sulu gözlüdür. Ay Savaşçısı olmak yerine sıradan bir öğrenci olmayı istese de zamanla bu gücü nasıl kullanacağını anlar. Notlarım:
Smokinli Şövalye(Mamoru); Ailesini trafik kazasında kaybettikten sonra geçmişi hatırlayamaz. Zamanla o da gezegen savaşçılarının yanında savaşır. Yaşça Usagi'den büyüktür. Usagi ile olan aşkları sevimliydi. 
Ami(Merkür Savaşçısı); Grubun en zekisi ve grubun beynidir. Aynı zamanda da okul birincisidir. Suyu kontrol edebilmektedir.
Rei(Mars Savaşçısı); Tapınakta büyükbabası ile birlikte yaşamaktadır. Kötü güçlerin varlığını hissetmekte ve ateşi kontrol edebilmektedir.
Makato(Jüpiter Savaşçısı); Çok güzel yemek yapabilmektedir. Usagi ve diğer kızların okuluna sonradan transfer olmuştur. Şimşek gibi doğa güçlerini kontrol etmektedir. 
Minako(Venüs Savaşçısı); Oldukça tatlı ve iyimserdir. Şarkı söylemeyi çok sever. Aşkın ve sevginin savaşçısıdır. 

Daha sonra uyanan Neptün, Satürn, Plüton, Uranüs gibi savaşçıları da animenin devamındaki karakterlerdir. Benim için Usagi sevimli bir karakter olsa da Mars Savaşçısını çok severdim. Aslında tüm savaşçıların birbirini tamamlaması, zor durumlarda birbirlerine olan sadakat ve sevgileri; savaşçı olarak sevgi ve adalet için mücadele etmeleri ile güzeldi. Daha sonra internetten devam niteliğinde olan bölümleri izlesem de sanırım o zamanki mutluluğu, heyecanı alamadım. Saatini beklemek, o meşhur giriş müziğini dinlemek çocukluğumun güzel anılarıydı. Bu mimi yapmak isteyen herkesi davet ediyorum. beklerim yorumlarınızı...


1 Nisan 2020 Çarşamba

THE BOOK THIEF FİLM


 Mart ayı bir asır gibi geçti. İki hafta öncesi çok uzak gibi gelse de aslında kısa bir zaman dilimi öyle değil mi? Anı gibi geliyor sabah 6 da uyanıp okul için dışarı çıktığım zaman dilimi... Ama bugün bahar o güzel yüzünü gösterdi. Harika bir güneş hemen yanı başında ise tatlı bir rüzgar... Bu ara balkona daha sık çıktığım için havayı biraz uzaktan da olsa izliyorum. Küçük bir hobi bahçem oldu sanki. Domates, havuç, soğan ve sarımsak küçük saksılara ektiklerim kendini göstermeye başladı. Güzel bir terapi gibi herkese tavsiye ederim. 

Bugünlerde izleme listemdeki filmleri izliyorum. Kitap Hırsızı/ The Book Thief uzun zamandır izlemek istediğim bir filmdi. İlk boş zamanımda izleyeceğim diyerek sürekli erteliyordum. Hata etmişim. 2 saat 13 dakikada bir sahneyi bile atlamadan izledim. En beğendiğim filmler listesinde ilk üçe rahat girdi. Hala birinci sırada Son Samuray filmi var. Her bir detay; müzikler, oyunculuklar harikaydı...

Kitap Hırsızı filmi ise kitabından uyarlanmış. Kitabını da filmini izledikten sonra kesinlikle okumalıyım dedim. (yazarı: Markus Zusak) 
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'da dokuz yaşında küçük bir kız çocuğu Liesel Meminger bir ailenin yanına gönderilir. O ailenin manevi kızı olur. Liesel kitaplarla özel bir bağ geliştirir ki; bunda en önemli pay babasınındır. Her akşam beraber okuma yaparlar ve kitaplardaki ilgi çekici veyahut bilmedikleri yeni kelimeleri evlerinin bodrumundaki duvarları kapsayan  tahtaya yazarlar. Liesel çok sevdiği ailesi ve evlerinde kalan sığınmacı Max ile kitap okumaya devam eder. Dünyada yaşanan tüm kötülüklerden ve acılardan kurtulmanın yolu ikisi için de kitaplar olmuştur. Ancak bodrum katında Hitler'in zulmünden kaçarak saklanan Yahudi Max daima endişeli bir haldedir. 

Filmden bazı alıntılar; 

"Kelimeler hayattır Liesel"

"Beni her zaman kelimelerinin içinde bulacaksın"

Öyle ki izlerken yanı başımda daima bir not defteri bulunur. Filmin sürükleyiciliği ve etkileyiciliğinden bu kadarcık notlar aldım. 2.Dünya Savaşı özellikle Hitler dönemi filmleri izlerken etkileniyorum. Dönemdeki acılar ve yapılan işkencelerin etkilememesi zaten imkansız. Bu yüzden bazı filmleri ruhum kaldırmaz diyerek izlemiyordum. Ancak Liesel'in(Sophie Nelisse) tatlılığı; babanın(Geoffrey Rush) anlayışlı hali annenin(Emily Watson) o sert görüntüsünün altındaki naif kalbi; Max'i(Ben Schnetzer) hayatta tutmak için verdikleri mücadele... Acıyı, savaşı ve savaş dönemindeki ruh halini, korkuyu hissediyorsunuz.Kanlı görüntüler yerine hissettirme ve insanlık üzerinde durulmuş. Korkuyu insanların hal ve hareketlerinden yanı başınızda buluyorsunuz. Özellikle bombalardan korunmak için sığınaklardaki insanların yüzlerini görünce savaşın etkilerini bir kez daha anlıyorsunuz. 
Liesel ile Max arasında geçen bir diyalog aklımda; Liesel olan bitene anlam veremezken Max diyebilecek en uygun cümleyi aramaktadır. "Bir şey yapmasına gerek yok. İnsana insanlığını hatırlattı yalnızca..."
İzlemenizi tavsiye ederim. Şimdilik yorumlarım bu kadar beklerim yorumlarınızı...