18 Ekim 2016 Salı

SONBAHAR KIŞ ARASI

      Sonbahar- Kış arası bir yerlerde...Bu ara herkes kış yorgunluğuna karşı hazırlıklı olmaya çalışıyor. Belki de ben öyle düşünüyorum. Alışkanlıklarımdan kolaylıkla vazgeçebilen birisi değilim. Bu yüzdendir midir bilmem yazda kalmayı isterim. Yaz mevsimi sanki benim mevsimim. Soğuk değil... Sıcak...Aklımda hangi kitaptan kaldığını anımsayamadığım bir cümle; soğuk sevmem... Soğuk hastalık demektir her türlü zorluk demektir. Lakin yaz böyle midir! İnsan sıcaktan bunalsa dahi serinlemenin yolunu bir şekilde mutlaka bulur. Bende böyleyim. Her mevsimin bir güzelliği var biliyorum. Her mevsimin kendine ait bir acısı, hüznü var. Sonbaharında, Kışın da, Baharında ve Yazında... Peki ya bu ayların?
       Ekim; Sonbahar-Kış ayı. İki mevsiminde sorumluluğunu yüklenen bu ayda her daim garip bir hüzne kaptırırım kendimi. Okul zamanları en çok da lise de; pencere kenarında oturduğum sıramdan dersten çok dışarıyı izlerdim. Sabahın rengini görebilmek için yada bilmeden bağlandığım alışkanlıklarıma sadakatimi sürdürebilmek için. Ne komik... Karşı apartmanda üçüncü kattaki ailenin perşembe günlerinin temizlik günü olduğunu hala hatırlarım ya da apartman bahçesinde beslenen tavukların bir gün sanki gürültüden şikayet edilmişçesine nasıl başka yerlere götürüldüğünü. Üniversite de ise çıkmaz sokağı aydınlatan tek sokak lambasının hemen yanı başındaki apartmandaki evime koşarcasına gittiğimde nasıl bilgisayar çantamı odama bırakıp ışık almayan salonda kışı hissettiğimi hatırlıyorum. Alışkanlık anısı işte. Bazen oluyor. Hatırlamak için unutmak gerekir diye söylerim hep fakat unutmadım ki...
           Fotoğraf günün kısa bir özeti değil. Uzun zaman öncesine ait. Adana'da Merkez Sabancı Camisi'ne doğru köprü üzerindeki kalabalığa rağmen bir nefeslik molanın fotoğrafı. Bazen keşke kalabalıklar bir süre ara verse ben de bu güzel manzarayı daha fazla izleyebilsem diyorum. Hüzünlerini suya bıraktıran mitolojiler gibi.... Mutlaka sizlerin de vardır seçtiğiniz mola yerleriniz. Hayata dair yorgunluklarınızı bir süreliğine dahi olsa unutacağınız yerler. Umarım sonbahar-kış mevsimi arası bu ayda tüm güzellikler için en azından başlangıçlarımızı yapmış oluruz. Umut her daim bizlerle olsun :)

6 Ekim 2016 Perşembe

LETTERS TO JULIET


Aşk... Üç harfe sığdırılamayan
 duyguların dile getirilmiş hali. İnsanoğlunun var olmasından bugüne değin de varlığını sürdüren... Bizlerden sonra da varlığını sürdürecektir. Aşka inanmıyorum diyenlere aldırmayın. Sadece kırgındırlar onlar. Bu yüzden inkar ederler arayışlarını. Bugün bir yakınımın Roma balayı fotoğraflarını görünce aklıma geldi bu konu. Neden yazmayayım dedim öyleyse. Şehirlerin ruhu olduğuna inanırım. Tıpkı insanlar gibi kimisi fazla sıkıcı kimisi ise acılıdır. O şehirde bulunmak bile şehrin yaralarını hissettirir. Ancak öylesine korunmuş şehirler vardır ki tüm havailiğine rağmen ruhlarında geçmişi taşırlar. Bu yüzden de inanç korunur. Böyle şehirler aslında bilinen popüler şehirlerin aksine bilinmeyen şehirlerdir benim için. Fazlasıyla bilinen yerleri sevmem bana özel olmalı benim duygularımı yansıtan yerler. Ancak şöyle bir gerçek de var ki bazı ülkeler ve şehirler kendilerini bütünleştirmişlerdir aşkla. Zamanı korumuşlardır çünkü. Geleceğin materyalistliğine karşı eskinin güzelliklerini muhafaza etmişlerdir. Bizlere bizden öncesini merak ettirmek için. 
Evet romantizmin kalıplara sıkıştırılması taraftarı hiçbir zaman olmadım. Lakin söylediğim sebeplerden olsa gerek doğallığı özlüyoruz. Bende doğallığı özlüyorum, benim için içten olan herşey romantizmi de beraberinde getirir. Neyse bir fotoğraftan diğer bir fotoğrafa geçeyim ben. Bir filme... Bilmem izlediniz mi Letters to Juliet filmini? Konu oldukça bilindik fakat hikayenin geçtiği yerlere insan büyüleniyor.
 Sanırım bu gerçekçi dünyada yaşarken hayal kurmayı unuttuğumuzdan bu film bir hayal sunuyor. İtiraf etmeliyim Amanda Seyfried değildi bu filmin yıldızı bu filmin yıldızı İtalya!!! Ruhsuz değilim tabi ki 1957 yılından bir mektubun yolculuğu etkilenilmeyecek gibi değil elbette. Dağınık oldu değil mi? Öyleyse size ufak notlarla bu filmi izlemenizi tavsiye edeyim.

Letters To Juliet filmi...
Amerikalı Sophie(Amanda Seyfried) ve şef olan nişanlısı Victor'un (Gael Garcia Bernal) İtalya yolculuğu hikayemizi başlatır. Verona... Juliet ile Romeo'nun hazin aşk hikayesinin başrol şehrinde kızımız bir anlamda kendi duygularına da yolculuk başlatacaktır. Şefimizi heyecanlandıran sadece mesleği olup kızımızı yalnız bırakınca aşıklar şehrinde yalnız bir yolculuk başlayacaktır. Sophie şehri keşfederken insanların bulunduğu hatta ağladığı telaşla bir şeyler yazarak bıraktıkları duvarı fark eder. Bu duvar bizim Güzin Ablamızdır. Ayrılanların birleşmek için dertlerini anlattıkları yada tavsiye almak için yazılan yazıların bulunduğu bu duvarın sahipleri Juliet'in sekterleridir. Kendilerince gönüllü olarak edindikleri bu görevi hakkıyla sürdürebilmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Sophie duvarı dikkatli incelerken görmesi gerekeni görür. 1957 yılından kırık bir aşk hikayesinin yer aldığı mektubu bulur. Juliet'in sekreterleriyle beraber bu mektubu okuduğunda ise kendinde beklemediği bir cesaretle o mektuba cevap verir. Mektubun sahibi geldiğinde ise olaylar daha da ilginçleşecektir. 

    
 Mektubun sahibi Claire Smith(Vanessa Redgrave) ve onun yakışıklı torununu Chalie Wyman(Christopher Egan) karşısında gören Sophie kendini Romeo'yu ararken bulacaktır. Ancak Charlie bu durumdan oldukça rahatsızdır ve bu rahatsızlığını Sophie'ye fazlasıyla hissettirecektir. Gel gelelim ki Romeo yolculuğu çoktan başlamıştır. Romeo'muzun adı Lorenzo'dur.(Franco Nero) Bu yolculuk umutla dolu olsa da kimi yerlerinde beni oldukça güldürmüştü. Bu arada İtalya'nın suyundan mı havasından mı acaba gerçekten yakışıklılar. Lorenzo'muz da yaşına göre oldukça karizmatikti. Yolculuk boyunca Sophie ile Charlie'nin duygularındaki değişimi de göz ardı etmeyelim. Yolculuk gerçekten Lorenzo'yu bulduklarında sonlansa da aslında sonlanan Lorenzo ve Claire'nin hikayesinin mutlu sonuydu. Mutlu sonlar uzayabilir fakat eninde sonunda gerçekse duygular gerçekleşecektir mesajı bu filmde oldukça güzel verilmişti.

Sahi Sophie'nin nişanlısına hissettikleri onunla bir ömür boyu geçirmesine yetecek miydi?
 Bu soruyu Sophie, Claire'nin hikayesinde yer aldıkça kendisine sormuştu. Cevabını yarım da olsa kendisine veren Sophie; Verona'ya geldiğinde (Claire ve Lorenzo'nun düğünü için) tamamlamıştı yarım cevaplarını ve yarım duygularını. Balkon sahnesi Romeo ve Juliet'e gönderme olsa da replik güzeldi "eğer konu gerçekten aşk ise geç kalınmamıştır"
IMDB: 6.5 alsa da izlemenizi tavsiye ederim. İnsana aşk için olmasa dahi bir arabaya atlayıp bir yaz günü rüyası yaşatmak için güzel bir film. Kalabalık sofralarda Akdeniz insanın sıcaklığını ve ilk aşkın güzelliğini fark ediyorsunuz. İnsan aslında en çok kendisini tanır ve en çok kendisini kandırır. Bu yüzden yarım cümlelerimizi noktalamak yada tanımak için başkalarına yardım etmekle başlamak güzel bir fikir. Kimi zaman başka insanların yaşamlarından cesaret almayı dilemek bizim güçsüz olduğumuzu göstermez aksine başlayacağımız noktayı seçmek için akıllı olduğumuzu gösterir.

27 Eylül 2016 Salı

MY DELIGHTFUL GIRL DRAMA

Noktalama işaretleri olmasa halimiz ne garip olurdu değil mi... Bu ara sıklıkla üç noktayı kullanıyorum. Siz de mi öylesiniz bilmiyorum ama bana üç nokta umut veriyor. Yada dolduramadığım duygularımın yerini alıyor. Devam edecek hissiyatı. Evet ne kadar üzüntü sürse de sonunda bitecek. Mutluklar yavaş ama emin adımlarla geçecek. Biliyorum beni anlayacağını gibi. Sanırım bugün daha bir fazla yazmak istedim. Yazdıkça sıkıntıların dağılacağına dair umudum baki olmuştur. Bu yüzden yazıyorum. Belki de ömrüm boyunca sevdiğim tek uğraş bu olacak gerçek manada. Acemice de olsa yavaş yavaş da olsa yazdıkça hayata dair unutmayacağım ufak notlarım olacak. Bir gün anı sandığım açılacak ve aldığım bu küçük notlar beni gülümsettirecek. Notlarımda düş kırıklıklarım, hüzünlerim yada umutlarımın karmaşası olsa da şükredeceğim. Şükür en güzel alışkanlık değil mi?
Neden bilmiyorum bugün yıllar önce izlediğim bir Kore dizisi geldi. Hatta izlediğim ilk Kore dizim. My Delightful Girl ve bir diğer adı da Sassy Girl Chun-hyang.


Chun-hyang'a hayran kalmıştım. Han Chae Young ilerleyen zamana rağmen güzelliğinin oldukça dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Kore'nin Barbie bebeği diye adlandırıldığını o zamanlar okumuştum. Fakat sonraki dizilerinde gerektiği gibi parlayamadı. Her neyse benim için güzel bir diziydi. Bunca yıl geçtikten sonra bile aklımda kalması hatta üniversite zamanlarimda canım sıkkın olduğunda açıp izlediğim tek diziydi. Ne kadar güçlü olursan ol mucizelerin hatta hayatta olmaz denilen şeylerin olabileceğini anlatan masum bir diziydi. Şimdi ara ara bakıyorum da Kore dizileri de zamana ayak uydurmuş. Yaşlılar gibiyim değil mi! Eskiler güzeldi ile başlayan cümleler kuruyorum. Eskiden biz mi daha umutlu ve yaşam doluyduk yoksa büyüdükçe kaybettiğimiz umutlarımızdan mı taşlaştığımızdan bu zamanlar kötü geliyor? Bilemedim... Fakat izlemeyeniniz eğer varsa diyerekten sizlerle bu diziyi kendimce paylaşmak istiyorum. Akıllı mı akıllı, okul birincisi ve ayakları üzerinde durmaya henüz lisede başlamış olan kızımız Chun-hyang ile babasını canından bezdirmiş dövüş konusunda ciddi yetenekleri olan ancak ders konusundaki başarı yönünden bir hayli tembel Mong-ryong arasındaki aşk hikayesi dizimizin ana konusu. Mong-ryong, Chun-hyang'ın bulunduğu şehre geldiğinde olmaz denilen oluyor ve karşılaşmaları tatlı bir mucizevimsi ile başlıyor. Anlatmayayım bu kısmı kesinlikle ilk izlenilmesi gereken sahne diyorum. Bu ilk karşılaşma seyirci için tatlı onlar için oldukça tatsız bir durum olsa da olayların başlangıcı oluyor. Lakin başlangıç aslında bir sondan başlayış. Çeşitli yanlış anlaşılmalar sonucu bu iki tatlı kahramanımız evlenmek zorunda kalıyorlar. Bu arada kesinlikle Mong-ryong'ın babasına bayılacaksıniz. Özellikle bu ikilinin evlenmemek için kafa kafaya verip planlar kurmalarına rağmen Mong-ryong'ın babasının bu planları anlaması sizlere kahkaha attıracaktır.

      Bu sahnede tatlı kahramanlarımızın arkadaşlarının yaptığı kutlama oldukça hoştu. Lakin her klasikte olduğu gibi dizimizin de kötü kahramanları var. İlki Mong-ryong'un nunasi ondan birkaç yaş büyük üniversiteye giden Chae-rin ve karizmatik Ceo Byun Hak do aslında Uhm Tae-Woong. Kahramanlarımız oldukça zorlu yollardan geçerken Mong-ryong'ın azmine hayran kalacaksınız ve kimi zamanda az da olsa ona kızacaksınız. Chae-rin hanımefendinin de elinden gidenin daha bir kıymete bindiğini anladığında çevirdiği entrikalara sinirleriniz oldukça bozulacak ancak Chung-hyang'ın mucizesinin aslında kendi güzel ruhu olduğunu görüp ayrı bir içiniz ısınacak. Bu yorum da biraz benim için olacak ama bahsetmeden edemeyeceğim Uhm Tae Woong bakışlarıyla oynayan bir oyuncu. Mong-ryong yerine acaba Ceo olmalı mı dediğim kısımlar da oldu. Karizmatik, sahiplenici ve güçlüydü. Sanırım bende her daim ikinci erkek oyuncu sendromu var. Onların fedakar, gerçekten sevdiğini ve oldukça karizmatik bir havaları olduğunu düşünüyorum. Şimdilik bu kadarla kalayım. Kesinlikle tavsiye edeceğim bir dizi...
İzlerseniz ve izlemişseniz yorumlarını mutlaka beklerim.
Son cümle zihnimde; aynaya baktığında tebessüm et, inan ve iyi düşün. Hayal kırıklıkların seni güçlü yapan, inandıkların seni sen yapan. Umuda ve umutlarıma gerçekten inanıyorum düşe kalka bile...