31 Temmuz 2020 Cuma

ANI KOKUSU

   
                    Herkese iyi bayramlar!!! Uzun zaman önce bir dergiye yayınlanması umuduyla gönderdiğim ve bir yıldır daha yayınlanmadığı için bloğumda sizlerle paylaşmak istedim bu kısa hikayemi...                  
                           
 
 

                    ANI KOKUSU

“Kokular anıların kapısı adeta…”

“Neden böyle söyledin?”

“Anneannemin sokağına girer girmez odun ve kömür kokularının oluşturduğu sıcaklık karşılardı mevsim kış iken… Baharı o sokakta hissederdim yine; portakal ve limon çiçekleri kokusunda bulurdum çocukluğumu. Yasemin kokusunda ise okul dönüşlerimi… Gece; belki de tüm kokuları barındıran dert ortağım. Biraz yasemin, biraz is ve biraz da evlerden rüzgarın getirdiği ev kokuları… Şekerli; baharatlı ve kalıcı. “

“Bu yüzden mi bu dükkanı açtın?”

“Hayır…Umuduma yakın olmak istedim yalnızca!”

“Umudun… Seni uzun zamandır tanıyorum; ilk kez böylesin.”
“Neşeli; tebessümü eksik etmeyen yüzler hayatın sokaklarında herkesten daha çok kaybolmuştur. Bu yüzden yaşanılan her olay perdeleme ihtiyacı hissederler. Anlamak için üzülme ve ağlama aşamasına geçmeden ağlamak için. Bilirler onlar için üzülmeler gürültülü olmadıkça görünmezler; gözyaşların yanaklardan kendine yol açması bir çeşit mucizedir.”
“Ağladığını görmedim…”
“En son ne zaman ağladığımı unutacak kadar yaş aldım. Büyümek dedikleri hayatın pencerelerinde güneşten eridi kalbim; soğuktan buz tuttu; yağmurda ıslandı sonunda ise elime bu kaldı… Sessizlik ve umudum.”
“Umudun nedir?”
“Hatırladığım en son anın; kokusunu bulabilmek…”
“Hala mı?”
“Herkes kötü anılarını unutmak isterken güzel anılarının devamının geleceğini zanneder. Ben; gözlerimi kapattığımda gördüğüm karanlıkta kayboluyorum. Karanlık öylesine derin ki son beş yılım nerede diyorum. Tek bir anı yok; tek bir yüz yok… Yok…”
“Hayatındaki 25 yıl peki? Hiç mi önemi yok…”
“Olmaz olur mu! 25 yıl boyunca kaybettiğim o yıl için beklemişim meğer!”
“Peki burası? Bunca bekleyiş; kaybettiğin ve aradığınsa şimdi… Şimdiyi kaybetmek en ağırı olmaz mı?”
“Ben şimdi de mutlu olmayı ertelemiyorum ki. Doğrusu artık ertelemiyorum. Görmeye çalışıyorum. Yürüyorum; izliyorum. Kokuları hissediyorum. Jakarandaların avuçlarıma düşmesini beklerken az öte de duvarların ötesine aşmaya çalışan yaseminlerle göz göze geliyorum. Ne tuhaf! Hayatın içerisinde olduğunu anlatmak için elinden geleni yapıyor biz ise başımızı çevirip bahçe duvarında fışkıran hayatı görmüyoruz. Koşmamız gereken yerler en önemlisi de meşguliyetlerimiz var. Aradığım beş yılımı unutmak için sebeplerim olduğunu hatırlatan meşguliyetler…Gözlerimizi kapattığımız korkularımız. Cesaretimi çağırmak için bu sefer kapatıyorum gözlerimi. Karanlığı kendi karanlığımla yenmek için. Eski radyomda dinlediğim seslere kulak veriyorum. Rüzgar uyuduğunda ise kapanan gözlerim ıssızlıkta direniyor. Ayı yolcu etmenin hemen ardında kendimi burada buluyorum. Bu senin için unutmuş; defterinin son sayfasını bulacağını umut eden bir adamın sana hediyesi… Anı kokusu. “
Eline aldığı şişenin kapağını heyecanla açarken istemsizce gülümsemişti;
“Hanımeli; nergis ve biraz da deliotu… Güneşin batmasına birkaç dakika kala oluşan o görüntü… Turuncu; beyaz ve beyazın içerisindeki o narin renk… Çok seviyorsun kokularla görüntüleri canlandırmayı. Teşekkür ederim. Gözlerimi kapattığımda hatırladığım en güzel manzara bu kokuda… Hüzünlü gelir çoğu insana. Benim içinse ayrı bir mutluluktur. Günlerin uzarken kısalacağı zamana değin en güzel mevsimde var olabilmek. Biliyor musun; ne fazla idim ne az… Daha çok üzülüyormuş insan böyle olunca. Yaz sıcağına dayanmayacak bünyem kış soğuğunda üşümekten yorgun düşen ellerim baharı beklerdi. Bahar ise bir rüya gibi bir an gibi… Kısa bir selamlaşmanın ardından ellerini geride kalan bana uzatan dost… İkimiz senin aradığın beş yılda karşılaştık. Öncesi; sonrası senin için bu kokularda saklanırken bende kelimelerime ve kalemime sığındım. Korktuğumda yazdım; ağladığımda yazdım sadece… Mutlu olduğumda yazamadım. Yazmak demek ki benim için hüznün ve gözyaşının durağı olmuş. Korkaklığımı yazabilecek cesareti bulabilirken mutluluğumu neden yazmadım diyorum kendime… Neden? Kıskanırlar mı yoksa gölge mi düşürürler kötü kelimeleri ile; eğer mutluluk dışında yazarsam unutulur kalplerindeki sakladıkları o yere mi dokunmuş olurdum. Sorular… Sorulardan kurtulup cevapları bulmak isterdim.”
“İstemezdin… Cevap yolunda olmak sana iyi geliyor. Cevaba ulaşmak değil!”
“Kendinize gelin; iyi misiniz? Evet caddenin karşı tarafında idim. Bayıldığını görünce hemen koştum. Hayır; tanımıyorum siz tanıyor musunuz?”
Kalabalık kendi içerisindeki uğultuya bir kez daha sorsa da cevabı alamamışlardı. Kimse tanımıyordu. Şehre gelen bir yabancının hikayesini bilmiyorlardı. Hikayesini arayan yabancı… Hayatı boyunca ismi dışında birçok isimle seslenmişlerdi. Sesini duyurabilse; “ben yabancı değilim buralı olduğumu unutacak kadar uzun yaşadım. Kelimelerin ağırlığında düş kırıklıklarının gölgesinde arıyordum; kaybettiğim beş yılı… Cebimde ulaştırmam gereken bir koku var. Uzanabilseniz heybeme; anı kokusunu bulacaksınız. Anı kokusunun gittiği yol sahibine giden yol olsa kızmam. Hatırlayacağım son anı demek ki bu anmış… “
Öldü… Yabancı öldü… Tanıyan birileri çıkmadı. Heybesinden çıkanlar; küçük bir not defteri, birkaç damla yasemin ve şu koku… Özel hazırlanmış; anlaşılıyor. Kim bilir kimin içindi.”
“Adı peki?”
“Kimliği yoktu. Defterinin ilk sayfasında E.A. dışında yazılan tek yazı; “kum saati paramparça oldu; zamanın kumları dört bir yana dağıldı. Ben de o kum tanelerinden birisiyim aradığım; kaybettiğim beni bulmak isterken kendi karanlığımda kayboldum. Yol göstermesi için kokulara sığındım. Anı kokusu yolculuğun son durağı... Biliyorum…”
                                                                                               

22 Temmuz 2020 Çarşamba

TEMMUZ NOTLARI

                                             
"Ah insan istediği an değişiverse, bir kelebek oluverse, bir karınca...ne iyi olurdu."(Sevinç Çokum/Ağustos Başağı)
                                    
   Hayatımdaki en özel yeri olan kitaptan bir alıntı ile başlamak istedim yazıma ki bu kitabı gerçekten çok seviyorum. Ağustos'un bir hikayesini anlat deseler bu kitabı anlatırdım sanırım. Bir önceki yazımda sınavlardan bahsetmişim ama sonucunu söylememiştim. Çok şükür ikinci üniversite bitti. Yüksek lisans tez dönemini saymazsak aslında mutlu olduğum dersleri almak bir kenara işim olmasını dilemiştim. Mezuniyet sonrası iş bulma süreci uzadıkça işin özü atanamadıkça farklı alternatifler aradım istemsizce. Düzenli bir gelir ve belirli bir güvence olmadıktan sonra hayallerde sandıklara doğru yol alıyor. Eskimiş hayaller hayat sandığında mutluluğu bekliyor. Kimi zaman unutulduğunu düşünüyor oysa ki o sandığı açmanın cesareti gelsin diye zamana dualar ediliyordur. 
   Temmuz ayı; yaz mevsimin ruhu olan bir ay. Hayat canlılığında; gecesi düşsel gündüzü ise yorgun bir ay. Göz açıp kapayana çok hızlı geçti sanki Temmuz ayının günleri. İlk iki hafta da sınav ve açıklanması sonraki ay ise ağustos ayındaki DGS için çalışmaya başlamak derken geçti gerçekten de. Bazen bazı aylar bir ömür gibi gelse de bazı aylar da bir anımsama gibi hızlı geçmekte. Bu ayın sonunda doğan birisi olarak  doğum günüm gelmeden yeni yaşıma neler ekledim neler öğrendim düşünceleri küçük bir not defterini çoktan doldurmuş meğer... Öyleyse yazmaya başlayayım :)
                    
      *Mart ayında uğraşarak ektiğim, saksı bulmakta çok zorlansam da bir bebek gibi adeta baktığım domateslerim kahvaltıda bu ay yerini aldı...

          *Hayatımda gerçekten çok ama çok istediğim polaraid makine artık benim oldu. Rengine baktıkça ayrı bir mutlu oluyorum.
  
        *Yüksek lisans sonrası olan o büyük hüsranı atlatabilmeyi başarsam da garip bir sirkülasyonda olduğumu düşünmeye başlamıştım. Başladığım her şey bitmeyecek sürünceme de kalacak diye düşünüyordum. Adalet bölümünü bitirmek motivasyon açısından beni yükseltti bu açıdan. 
                 
*Zamanı ertelememeyi öğrendim sonunda. Ertesi güne bırakma huyum olmadı ama yaz gelsinler, sonbaharda gelirimler aslında mesafelerin anlamsızlığında kaybolup gidermiş.
                
 *Kitap listemdeki okumak istediğim tüm kitapları bitirdim. Okumaya Kemalettin Tuğcu romanlarıyla başlamadım ama sırasıyla sayabildiğim romanları olan bir yazardan uzun bir yolculuğa çıktı zihnim. Bu yolculuktaki her bir durakta çok özel yazarların hikayeleri ve romanları kütüphanemde yer edindi. Aile kütüphanesinden ayrı benim de bir kütüphanem var artık.

*Yemek ve pasta konusunda kendimi hiç düşünemeyeceğim kadar ilerlettim :)
Liste uzun ancak şimdilik yazımı burada sonlandırırken sizlerden hayatınızda yer edinmiş belki bir değil on kez yine okumalıyım dediğini kitapları yorumlarınızla bekliyorum ... Güzel bir ay hepimizle olsun :)

11 Temmuz 2020 Cumartesi

BİNBOĞALAR EFSANESİ YAŞAR KEMAL

                                            
    Çukurova... Efsaneleri yaşatan aslında efsanelerle yaşayan ova. Sıcağı dillere destan,baharı daima sevilen toprağa tutkun bereketli toprakların değerini bilen şehir; Adana. Bu şehirde doğmuş bu şehrin havasını solumuş belki de bu şehrin durağında hayatı izlemiş ve anılarında yer vermiş edebiyatçıların eserlerini okuduğumda çok mutlu oluyorum. Orhan Kemal; kitaplarının hemen hemen hepsini okumuş birisi olarak Yaşar Kemal kitaplarını bu yaz okuyup bitirmek istiyordum. Adalet bölümü sınavları bitip açıklanınca hemen okumaya başladım. Binboğalar Efsanesi eserini...

  "Yüzyıllarca yerleşik düzene geçmemek için direnen Türkmenlerin romanı Binboğalar Efsanesi Hıdırellez şenliklerinde, göçerlerin kış için sığınacak topraklar bulma dilekleriyle başlar. Ancak kış onlar için bir yok oluş öyküsüne dönüşecektir.
Yörüklerin yok oluşuna yakılmış bir ağıt..."(Kitap tanıtım rehberinden)
      
 "Ağlar bu mezarlıkta yörükler her gece
     Bıkıp iri  yıldızları davar sanmaktan
    Düşünür eski günleri...iskandan önce
      Geride kalmanın hüznü yamanmış yaman"
                    MELİH CEVDET ANDAY

Osmanlı döneminde konar- göçer Türkmenlerin iskan politikası çerçevesinde zorunlu olarak yerleşik yaşama geçirilmesi ve bu politikaya direnen "Ferman padişahınsa dağlar bizimdir diyen Dadaloğlu gibi Türkmenlerin mücadelesine uzanıyor; kitabın ana konusu. 
Osmanlı Devleti sonrası Kurtuluş Savaşı ve derken Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte İsmet İnönü dönemine kadar yerleşik yaşama geçemeyen Yörüklerin bir kışlak bulma arayışında kayboluşlarını okurken tek bir satır bile atlamak istemeyeceksiniz. 

Kitap içerisinde bizlere aktarılan karakterler öylesine canlı ki o acı ve sıkıntıyı anlamak için birkaç cümle yetiyor hatta artıyor bile. Kesinlikle okumanızı tavsiye ederim. Hıdırellez zamanı; beklenilen o mucizevi anı yakalamak ve hep birlikte kışlak dileyelim sözü her zamanki gibi insanoğlunun "ben" isteğinde kaybolup gidiyor. Çukur'a indiklerinde köylüler tarafından yapılan baskı, ağaların zulmü ve Çukurova'da yaşayacak alan onlara bırakılmaması öyle ki azalırken azalıp yok olalım artık dayanacak gücümüz kalmadı şeklindeki yakarışları karşısında üzülüyorsunuz.

 Yerleşik yaşama geçen yörüklerin ise geçmeyenlere yardım etmemesi hatta onların da o baskıya katılması beni insanlar hakkında düşüncelere sevketti, ne yazık ki... Kerem'in şahin sevdası dedesinin kalp kırıklığı ile vefatı aklımda yer edinen önemli olay. Vefatı üzerken bu durum alışagelmiş gibi umursanmaması ve Ceren... Ah Ceren kız vah Ceren kız dedim.
Kitaptan alıntılar;
"Herkes göremez yavrum. Yalnız günahsızlar, iyilikseverler görür onları. Kötü insanlara, kuşlara, arılara, insanlara zulüm yapanlara gözükmez onlar. Saba gözükür yavrum. Belki bana da..."
"Türkmenin kadınları bu dibeklerde kahve döverken, dibek seslerinden dünyanın en nazlı türkülerini yaparlardı..."

"Eski anılar insanın başına bir çağlayan gibi dökülür."

"İnsan soyu bu kadar yozlaşamaz, aşağılaşamaz, küçülemezdi"
Zamanın bir masalı olursa eğer bu kitap bu masalı anlatmış derdim. Uyum sağlarken bizi biz yapan değerleri ama en çok merhamet ve empatiyi unutmadan ilerlenmeli. En güzel kıyafetler, teknolojik aletler, zenginlik peki insanı insan yapan değerleri unutmaya değer mi?

Şimdilik yorumlarım bu kadar. Eğer listenizde yoksa bu kitabı okumanızı mutlaka tavsiye ederim. Beklerim yorumlarınızı...