hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hikaye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Eylül 2020 Çarşamba

ZAMANIN KEŞKESİNDE



  Yorgunluğa karışmış bitap yüzlerde 
Aydınlanmayı bekleyen sabahlar
      Derler ki gece yorar
 Sabahın ışıklarını beklemek yorar insanı
Öylesine dilemek
       Öylesine umut etmek
Yorar insanı...

Uzun zaman sonra karalamalarımdan oluşan defterlerimi karıştırırken buldum kendimi. Her sıkıntımda her hüznümde yazmaya sığındığım zamanları hatırlamak yine bir keşkenin kıskacına düşürdü. Sığındığım defterler; kalemin kifayetsizliğinde hüznümü yazıp mutlulukları doya doya yaşamak bir çeşit alışkanlık olmuş meğer... "Mutlulukların yazılmaya ihtiyacı yoktur gülümsemeler kağıda değil zihne aslında kalbe yazılmalıdır çünkü". Öyle düşünürdüm...Zamanla olan o yolculukta her durakta hayatın öğrettiği mutlulukları da yazmalıymışım; sayfalarda mutluluğun heyecanını hissetmeliyim. Sığındığım o sayfalarda acı tebessümler yerini başka kelimelere bırakmalıydı...
   Herkesin hayatında güzel olan yıllar vardır değil mi? O sayfaları karıştırırken 2012 yılına dönmek istediğimi anladım. Umut dolu bir yıldı benim için; bir otobüs durağında ellerimde bavulum evime giderken ilk kez kar yağdığını görmüştüm. Kısacık bir anda olsa avuçlarıma düşen kar tanelerinin erimeden hemen fotoğrafını çekmek istemiştim. Kar görmeyen şehrin çocuklarının karı görünce o heyecanını tahmin edemezsiniz. Nisan ayı ise benim için hatıra bırakan bir ay olmuştu. Sonsuzluk kolyeme baktıkça iyi ki diyorum. Sekiz rakamının uğuruna inandığım bir yıldı. 2020 yılı ise yorumlamaya yetecek kelimelerimin olmadığı bir yıl ki not alamamışım. Hüzünler yerine mutlulukları yazma kararım elime kalem aldırmamış. Bir fotoğraf düşünüyorum; tüm yorgunlukların ardından yeniden paragraf başı yapmak gerektiğinde ne yapmalı ve hangi kelime ile başlamalıyım? Bilmiyorum...
 Çalıkuşu kitabının bende çok ama çok özel bir yeri vardır. TRT'de Aydan Şener'in de yer aldığı Çalıkuşu dizisini belki defalarca izlemişimdir. Son zamanlarda da aklıma geldikçe günümüzden pek uzakta olmayan izlemeyi de özlediğim Fahriye Evcen, Burak Özçivit'li Çalıkuşu versiyonun şu müziğini bırakıyorum. Biraz olsun yıldızları izlerken onlardan küçük hikayeler çıkaranlar için...
                    



28 Ekim 2018 Pazar

DÜNÜN HİKAYESİ(MİM YAZISI)

 
Mimlenmek; hatırlanmak gibi oldukça mutlu ediyor. Bu mimi
http://buummansessiz.blogspot.com/ başlattı linki ile bırakıyorum. Güzel mim yazısını okumak isterseniz bloğuna uğrayabilirsiniz.
                   
      Dünyanın en güzel lekesi kalem lekesi... Çocukken güzel yazı derslerimiz olurdu diye iç geçirmişti. Elinin mürekkebin rengini alması uzun sürmezdi; oysa tüm yaramazlıkları geride bıraktığı yaşlardaydı. Notlarım biraz düşünceli biraz yorgun, sabah saatlerinde dolma kalemin bittiğini elindeki izde anlarken anımsamıştı güzel yazı derslerindeki mutluluğunu. Ne ara çocukluğunu özleyecek yaşlara gelmişti sahi? Soru sorduğuna şaşkın ellerini temizlemek için uzun uğraş vermişti. Yetişmesi gereken bir otobüs ve ulaşması gereken bir görüşme vardı. Hayal kuracak zaman yok derken az kalsın çantasını unutuyordu. Yürümek de beklemek gibi kader miydi? Yürüdükçe yolların azaldığını görmeyi dilemeyi bırakmıştı. Azalan belki de yalnızca hayallerdi. Otobüsteki kalabalıkta nefes almaya çalışırken oturacak zor da olsa bir yer bulmuştu. Bir pencere kenarında kafası cama yaslanmış şekilde hayattaki tüm yorgunlukları için iç geçirirken teker teker geçtikleri duraklar birer tablo halini almıştı. Sonbaharın kısacık bir zaman diliminde yaşandığı kış mevsiminin habersiz geldiği bu şehirde dört mevsim aynı gün içinde yaşanabilirdi de. Otobüsten indiğinde ceketini almadığına pişman hızlı adımlarla kabalıkta ilerlemeye başladı. Son zamanlarda merdiven çıkmak nefes nefese kalmasına neden olduğundan kendince dinlenme durakları seçmişti. Birinci kata geldiğinde nefes al biraz bekle; ikinci katta az kaldığını düşün. Üçüncü katta ise... Gördüğü inanılmaz kalabalık karşısında diyecek tek kelime bulamazken sıraya girmesi gerektiğini anlamıştı. Kalabalık sıra ayrı bir dünya idi. Herkes kendi arasında sıranın uzunluğunu ve görevlendirilme belgesini alıp almayacağını gün içerisinde yetişip yetişmeyeceğini merak etmekteydi. Umut; alışkanlığa dönüşürken bezginliğe de bırakmıştı kendini. Sıra bir türlü ilerlemiyor saatlerse zamanın görevini yetirirken insanın aleyhine işliyordu. Sonrası; sonrasında sonrasında düşünülmeliydi derken konuşmalara kulak verdi. Hatta verirken çoktan sırada bekleyenlerle arkadaş olmuştu. Beklerken konuşulanlar kaderdaşlık gibi aynı problemlerdi. İki buçuk saatin sonunda ise beşerli gruplar halinde görevlendirme kağıdını almışlardı. Onaylatmak için yine bir koşuşturma içinde mesai saatinin bitmemesi dilenerek bir sonraki hedefe varılmıştı. Akşam bunca koşuşturma içinde olmuş; karanlık ilk dilimini göstermeye başlamıştı bile. Metro kalabalığındaki bezgin yüzleri görünce hayat koşuşturmasının içinde kaybolduğunu anlamıştı. Bitmeyen bir koşuşturma herkesin eve ulaşmaktaki isteği... Ev huzur demekti çünkü. alınan tüm nefeslerin toplamındaki sıcaklıktı. Bezginlikler için kısa bir mola; yarın için ayaklar üzerinde durabilme cesareti verendi. Evinin yakınındaki parktan geçerken adımlarını hızlandırmıştı. Elleri telefonda geliyorum az kaldı derken konuşmasını bitirip anı yakalamak istedi. Anı yakalamak ve zamanı durdurmak isteği... Bu küçük istekten fotoğraf ile...

     Perşembe günümü hikayeleştirmek istedim :) Becerebildiğim kadar cuma günü de perşembenin devamı şeklinde görevlendirildiğim yere gittim(halk eğitim merkezine) pek güzel karşılandığım söylenemez ancak sınıf açmak için kişi bulmam gerektiği açık açık söylendi. Tanımadığım bir mahalledeki insanlara kendimi nasıl anlatabilirim diye düşünürken atanamadığım bir kez daha üzüldüm. Bilmiyorum hayat ne doğrultuda ilerleyecek bu dönem dualarınızı beklerim. Yüksek lisansım biter ve doktora için bir şansım olur. Bu mimi de herkesin yapmasını isterim. Günlük tutmak gibi kısa bir anımsama muhasebesi ama yorum yapan ilk iki kişiyi şimdiden mimledim. Güzel bir hafta başlangıcı olsun hepimiz için...                                  

19 Temmuz 2018 Perşembe

FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ

 
Diliniz, yüreğinizdeki şeyi söylemiyor....
 
Kitaptan alıntı ile başlamalıyım dedim yazıma. Beni etkileyen diyaloglardan bir tanesi idi çünkü. Yanlış batılılaşma, aşk, mirasyedi ve en önemlisi çalışmak bu dört ana unsur çevresinde geçen klasik kitabın; özetini ezberlemiş ve karakterlerin belirgin özelliklerini en azından bilmekteydim. Lise döneminde edebiyat derslerimiz özetleri yorumlamak ile geçerdi. Aslında kızıyorum kendime, okumalıydım. Ne yapalım demek ki bu kitabın okunma zamanı bu zaman imiş.
Felatun Bey ile Rakım Efendi; Ahmet Mithat Efendi'nin eseri. Ahmet Mithat Efendi sanat toplum içindir anlayışında. Bu anlayışla oluşturmuş eserlerini. Anadolu üniversite yayınları tarafından yayıma hazırlanan bu kitapta sadeleştirme bugünkü Türkçemize uygun gibi düşünmeyin. Çok fazla bilmediğimiz kelimeler ve kelimelerin açıklamaları sayfanın alt bölümünde oldukça fazla. Kelime konusunda kendimi bir nebze dahi olsa iyi bir hafızam var derken gördüm ki Teceddüd (yenilik)kelimesi dışında aşina olduğum kelime sayısı oldukça az. Ancak vermek istediği mesaj oldukça belirgin ve anlamlı.
Mustafa Meraki Bey'in oğlu Felatun Bey tanıtımı ile başlayan yazar; bu aileyi bir bölüm ayırmış. İki çocuğu olan Mustafa Meraki Bey ki "Meraki" kendisine bir yerde sonradan eklenen sıfat. Kendisi oldukça Meraklı bir şahıs. İki çocuğu bulunmakta; Felatun bey ile kızı. Kızı kendisine oldukça güvenen hatta şımarıklığını normal bir davranış gibi göstererek kendisini görmeye gelen insanlara kusurlarını ki kendince yüzlerine söyleyip kahkahalar atan bir kız. Felatun Bey ise tüm miskinliğiyle tam bir mirasyedi. Mirasın da etkisiyle giyime oldukça düşkün. Kendisi kalemde yanı devlet dairesinde bir memur. Ancak bugün yarın derken bir türlü işe uğramaya vakit bulamaz. Nadiren uğradığında ise ruhu sıkılan bir beyefendi!!!! Alafranga adetlerin hayranı adeta taklitçisi. Geleneksel adetleri pek bir alaturka bulurken gözleri daima israftadır.
Rakım Efendi ise babasını çok küçük bir yaşta kaybetmiş. Annesi ve dadısı ile büyümüş ancak annesini de kaybedince dadısı ile bir yaşam sürdürmüş. Kendisini geliştirmiş. Kendi kendine Fransızca öğrenmiş. Öyle ki tercümeler yapmakta, özel dersler vermekte. Çalışmakta zorlanmayan eline geçen parasını oldukça idareli kullanan kutu gibi bir evde yaşarken bu evi kazandıkça daha düzgün hale getirmiştir. Yer yer bahçesine de vurgu yapılan bu evi görmeden zihnimde çok güzel bir ev olarak canlandırdım. Bir emek sonucu oluşan bu ev dünyanın en değerli evi; bence.
Rakım Efendi bir İngiliz ailesinin iki kızına lisan dersi vermek için gidip gelirken zaman zaman Felatun Bey ile karşılaşır. Felatun Bey aşağılamak için Rakım Efendi'nin bilgisinin az olduğunu ima edercesine sınavlara tabi tutmaya aslında o ailede ilgi çekmeye çalışırken ağırbaşlılıkla üstesinden gelir Rakım Efendi.
Felatun:"Canına yandığım! Ben ne yapsam bu kadın milletine yaranamayacağım, vesselam!"
Rakım:" Ben kadınlara asla yaranmak hevesinde bulanmadığım için beni seviyorlar. Eğer siz de bu halde olsanız daha başarılı olacak, kadınlardan daha fazla yakınlık göreceksiniz. "
İngiliz ailesine gidip gelmeler sırasındaki diyalog... İki kızın Rakım Efendi'ye olan hayranlığı Felatun Bey'i rahatsız etmektedir. Hatta kıskanmaktadır. Bu arada Rakım Efendi kendisine bir cariye satın almıştır. Adını da Canan koymuştur. Canan'ı öylesine güzel yetiştirmektedir ki Canan piyano çalabilen, Fransızca bilen biri olmuştur.
Rakım Efendi İngiliz ailesiyle kötü bir şekilde ayrılmak zorunda kalırken bu duruma hayret eden Rakım Efendi emek vermekten vazgeçmez. Görevini hakkıyla yerine getirmeye çalışırken bir yandan da hayatını sürdürmeye çalışmaktadır. Canan'a kalpten itiraf edemediği bir bağı gelişmiş; Canan ise Rakım Efendi'ye olan hayranlığı çoktan aşka dönüşmüştür. Ancak bu sırada Rakım Efendi'ye aşık olan İngiliz kızlarından büyüğü derin bir hastalığa düşer. Günden güne önce kimsenin anlamadığı sonrasında ise doktora hayran kaldım. Doktorun sayesinde anlaşılan bu gizli aşkın tedavisi ailenin de bulduğu yöntem ile Rakım efendi ile evlendirmektir. İngiliz kızın gururlu ve saf aşkını takdir ederken Rakım Efendinin olumsuz olduğunu söylemekten çekinmemesi hatta Canan'ı sevdiğini söylemesi ne olursa olsun dürüstlük önemlidir mesajı veren yazarı tebrik etmemi sağladı. Bu olaylar gelişirken Felatun Bey Polini adlı bir kadınla mirasyedi olmanın hakkını vermekte. Sonuç olarak düştüğü kötü durum neticesinde uzak bir yere memuriyete giderken aslında Rakım Efendi'nin sözlerinin doğruluğunu anlamış olarak gitmektedir.
Dönemin özelliklerini anlayacağımız bu kitapta da ölümler yer alsa da çalışan emek veren ve dürüst olan kahramanın kazanması mutlu sonla bitirilmesi açısından benim için güzel bir kitaptı.
 
"Öyle ki, mutluluk insan içindir. İyi huylu insan içindir."
 alıntısı ile yazımı bitirirken çekilişimi hatırlatmak isterim. ayın 28 inde bitireceğim için herkesi beklerim. :)

10 Temmuz 2018 Salı

TAAŞŞUK -I TALAT VE FITNAT

          Aşkın yükü... Tüm duygu karmaşasının ortasında aşk olup olmadığına karar verebilmek... Sorular ve cevaplar dünyasında kimi zaman cevaplarla mutlu olmak kimi zaman da sorularla yetinmek...Zordur vessalem. Kitaplar dünyasında sorular paragraf aralarında gibi dursa da cevaplar okuyucuların zihnindeki betimlemelerdedir. Benim için de klasikler özeldir. Özetini bildiğim bir kitabın kendisini okumak da nasip oldu. Bitirir bitirmez yorumlamasını yapmak istedim. Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat... Acıklı bir aşk hikayesi. Edebiyatımızda aşk defalarca işlense de her bir yazarın dokunuşu ile bambaşka yollar çıkmış. Şemsettin Sami bu acıklı aşkı kaleme dökerken edebiyatımızdaki ilk yerli romanı yazmıştır. (Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat) Bu arada Şemsettin Sami iki roman çevirisini de edebiyatımıza kazandırmıştır; Sefiller ve Robinson Cruoze…
    Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat dönemin öncü eserlerinden olsa da modern olay örgüsü oturmuş romanlara kıyasla eksiklikleri olan bir roman. Geçiş bölümleri arasındaki kopukluklar biraz dikkat dağıtabiliyor. Sahne 1 akış sahne 2 ancak noktalanmamış kısımlar bizim hayal dünyamızda birleşiyor. Genel örgü ise;
Talat'ın ailesi ile; dadı ve annesinin genel konuşmaları ile başlamakta. Başı ağrıdığını söyleyen Talat'ın bu duruma üzülen annesi ve dadının bu çocuğun başka bir derdi var söylemiyle geçmekte. Hakikatte dadının hisleri doğrudur. Talat bir aşka düşmüştür. İlerleyen bölümlerde anlayacağımız... Talat'ın annesi Saliha Hanım oğlunu babasız büyütmüştür. Talat 19 yaşında kalem yani devlet dairesinde çalışmaktadır. Dadı ile Saliha Hanım konuşmalarından anlıyoruz ki Talat sakin, yaşına göre olgun ve güleç bir gençtir. Dadı evlendirelim dedikçe Saliha Hanım eşi ile olan evlilik hikayesini anlatır. Bu hikaye de güzel yer yer tebessüm ettiren bir hikaye...
       Romanın ana kahramanı Talat'ın; güleç halini aşkın ızdırabı gölgeledikçe herkes sorar ancak Talat bir şekilde geçiştirir. Aşka düşen Talat ne yapacağını bilemez haldedir çünkü. Talat'ın işe gelip giderken uğradığı dükkan Hacı Mustafa'nın üvey kızı Fıtnat aşkın diğer tarafıdır. Fıtnat; annesi Zekiye Hanım vefat edince annesinin evlendiği Hacı Mustafa Efendi eğitiminde dışarı yüzü görmeden evinde geçirmektedir ömrünü. Dükkana gelip giden Talat'ı tesadüf eseri görür o da aşık olur. Bir cumba bakışmasıdır. Talat bu aşk da çıkar yol bulmak için çarşaf giyer kendini güvenilir bir vasıta aracılığıyla Fıtnat'ın evine girer. Herkes onu Ragıbe sanmaktadır. Azmi takdire şayandı Talat'ın. :) Fıtnat üvey babası tarafından zengin bir adamla evlendirilmek istenirken iki aşık birbirlerine aşklarını dile getirirler. Üvey babası kızılan karakterlerin başında bence geliyor. Fıtnat istemese de zengin ve yaşlı bir bey olan Ali Bey ile evlendirilir. Fıtnat'ın sakladığı annesinden yadigar 18 yaşında açması istenen bir nüsha vardır bu arada. Fıtnat; Ali Bey ile asla bir arada bulunmak istemez. Sürekli olarak bayılır. Bir şekilde Fıtnat'ın muhafaza ettiği nüshayı bulur Ali Bey... O nüshada Fıtnat'ın annesinin son sözleri ve babasının kim olduğu ayrıntılı bir şekilde anlatımı vardır. Ali Bey anlar ki Fıtnat kızıdır. Koşar odaya ancak geç kalmıştır. Fıtnat canına kıymıştır. Çarşaflanıp kadın kılığına girerek Fıtnat'ın yanına gelmeye çalışan Talat da bu acı sahneye ortak olur. O gün o evden iki cenaze çıkar. Ali Bey ise aklını kaybeder. Ne yazık ki onunda sonu bellidir. Acı; aslında vermek istenen mesajla birleşince daha bir anlamlı olan hikayedir. Görücü usulü evliliklere gönderme yapan yazar yer yer toplumdaki aksaklıkları da anlatır.
Okunması gerekilen kitaplar arasında yer edinen kitaplardan...
"Bir insan için sevdiği adam tarafından sevilmek, kendisini seven adamı sevmek... Ne büyük şey!!!"
"Aşk ve sevgi, herkeste vardır; ancak çekici bir güç olmadıkça eyleme geçmez."
" Ah zavallı kadınlar neler çekerlermiş! Biz erkekler onları kukla yerine kullanıyoruz. Yolda serbest ve rahat yürümelerine engel oluruz. Bu ne rezalet! Ne küstahlık! Bir erkek, tanımadığı bir başka erkeğe rast gelse yüzüne bakmaz, söz söylemez ama tanımadığı ve daha önce hiç görmediği bir kadına rastladığında, gülerek yüzüne bakmaya ve söz söylemeye başlar ve kovsalar bile yanından ayrılmaz. Demek oluyor ki, biz kadınları insan yerine koymayız, kendimizi eğlendirmek için onların ruhunu sıkarız, serbest gezip dolaşmalarına ve eğlenmelerine engel oluruz."(Talat ,çarşaf giyip dışarıda dolaştığında hissettiklerini bu paragraf ile anlatmakta.)
 Bu ay klasik kitaplarla dolu olacak. Yorumlamalarıma yorumlarınızı beklerim :)

 

25 Nisan 2018 Çarşamba

ÇARŞAMBA SEVGİSİ



Hafta ortasını; Çarşamba gününü sever misiniz? Ben bu günü bir başka seviyorum. Lisede iken de böyleydi. Cuma günü ders çıkışı arkadaşlarım mutlulukla hafta sonu diye konuşurken o mutluluk ben de çarşamba günü olurdu. Hafta ortası... Sanırım yolu yarılamışlık ile ilgili. Bundan sonrası daha kolay geçecek. Dersler bitecek; hafta sonu gelecek ve yeniden başlamak için inatçı pazartesi kapımızı çalacak... Günlere de bir haksızlık yapılıyor belki de. Onlar zamanın kumları arasında kendilerine yer edinmeye çalışırken farkında olmadan azalıyorlar. Azaldıkça yerine yeni umutlarını koymak için çabalıyorlar. Zamanın kısır döngüsü ya; bir harf iken hikayeye dönüşüyorlar.
Bugün benim için sabah altı buçukta başlasa da uyku tutmayınca yazmalıyım dedim. Hayat notlarım belki sayfalarca sürebilecek ancak şunu biliyorum ki; yolculukların yorgunluğuna inat ardınca kelimeler bırakmalı insan. Unutulmamak için değil hatırlanmak için.
Çarşamba sevgim baki kalsın diyerek... Hüzün rüzgarı altında kaybolmasın cesaretler. Bir kitap okumalıyım. Zihnimi dinlendirmek ruhuma umut vermek için. Mayıs yaklaşırken bugün hava Adana'da çoktan 30 derecenin üzerinde idi. Kış bir an gibi gelip geçerken yazın kalıcılığına aldanmamalı diyor kalbim. Fotoğraf çekmek; anı dondurmak kimi zaman da o an anlamını hatırlamak için derler... Haklılar... Doğa umudu hatırlatmakta... Her gün tekrar edilen hayat mottosu gibi gün başlarken cümleler tamamlanmış yeni bir paragraf başı yapılmışçasına cesur olunmalı!
Yorumlarınızı beklerim. :)


22 Ocak 2018 Pazartesi

DENEME 1-2


DÜŞ DAMLACIKLARI
                                   
         Mucizeler beklenmeyendir. Asla fark edilmeyen… İşin gerçeği; mucizenin tanımını yapmaktan fazlasıyla uzaktayim. Çok uzakta… Bir düş mesafesinin gerçekliğine sıkışmış gibiyim. Gözlerimi kapatıp hayal etmeyeli o kadar uzun zaman oldu ki. Kendimi bir mucizeni derinliğinde  hissetmeyeli… Uzaklardaki düşleri yakın hissetmeyeli. Mutluluğun nasıl bir his olduğunu. Mutluluk tanımı yapılabilen elle tutulur gözle görülür bir şey miydi? Bilmiyorum. Bildiğim ise;
       Mutluluk küçücük bir çocuğun gözlerindeydi. Kimi zaman rüyalarımda gördüğüm bir çocuktu mutluluk. Benim çocukluğumdu. Ellerini uzatmış bekliyordu sanki. Buraya kadar… Gerisi koca bir anı denizi… Gel-gitleri olan o denizde kendimi bulmaya çalışırken rastlamıştım, küçük kıza. Beni sımsıkı tutmaya çalışıyordu, bense ona ellerimi uzatmaya. Benim ellerimi tutmasını öylesine içten diliyordum ki.
       Bir düşün içinde var oluyorum.  Kaç yaşımda olduğumu hatırlayamayacak kadar küçüğüm. Koca dünyada ufacık bir benlik. Simsiyah bukleli ilkbahar toprağı gözlü kız ellerinde dört-beş balon deniz kenarında koşuşturuyor. Dedem… Ardımdan gücü yettiğince koşturuyor. Sonunda pes edip kahkahalarla beni izliyor. Mutluyuz. Yetiyor dört-beş balon ve delicesine koşmak. Koşmak mı o zaman daha güzeldi yoksa yaşanılan o kısacık mutluluk dolu anlar mı? Bilemedim. Bilememek canımı acıtıyor ve şimdi bir doğum günü gecesi… Gidiyorum. Tam tamına 25 yaşındayım. Saat 12’yi geçti. 16 Haziran 1990 yılı doğumlu bir genç kız 25 yaşının özel olması dileğini en özel yerinde saklı hazinesinde kutlamaya, hüznüne doğru yol alıyor. Ne bulmayı umut ediyorum bilmiyorum. Ne aramalı ki ne bulmalıyım?
       Büyümenin en kötü yanını buldum belki de. Ve gitmemin sebebi bu değil mi? Sebebini dile getirmekten korksam dahi konuşmalıyım. Mutluluğumun üzerinde kaç yaz geçti diye saymayı bırakıp itiraf etmeliyim. O koşan kız ben olmalıyım. Simsiyah saçlarıyla rüzgara savrulan elbisesini düzelten, özlemle canı acıyan. Özlem… Kalanlar acı çektiğini söyler. Oysa giden en büyük acıyı yaşayandır. Üniversiteyi kazandığımda dedem kimsenin görmeyeceği bir yerde elime sandık tutuşturup gerçekten yalnız hissettiğinde bu sandığı aç demişti. Gerçekten yalnız… Boynumdaki anahtarı sadece bir kere açmak için çıkardım. Ağlayarak kapattığım sandığın kapağını bir daha açmadım. Şimdi doğum günümde yalnız olmamak dileğiyle çocukluk kahkahamın kalabalığını bıraktığım yere gidiyorum. 25 yaşımda mutluluklarıma virgül koymaya gidiyorum. Gözlerimin önünde tek bir resim ellerime balonlar mavi elbisemle koşturuyorum. Dedem bana gülümsüyor. Kollarını uzatmış beni bekliyor ve ben küçücük bir çocuk oluyorum. Biliyorum bu yolculuk hüznün labirentlerinde olacak. Bir karanlık ve bir aydınlık göreceğim. Gün ışırken geçtiğim şehirlerin ışıkları söndürülecek. Bir hayal deryasında şehirlerin ışıkları söndürülecek. Bir hayal deryasında kaç ev, kaç hayatı geride bırakacağım, kendi evime ulaşmak için. Kimse söylememişti. Büyümek zormuş sahiden de. Şimdi çıktığım yolun amacını biliyorum ama. Ellerimde sımsıkı tuttuğum sandığım biliyorum. Bir gece ve bir gündüz sonrasında… Devamını getiremediğim kelimelerim tamamlanacak. Rüya gibi özlemlerime bırakacağım kendimi. Çocuk olmanın gerçekten mutlu ettiği zamanlara teslim ettiğim kendimi. Anlattığımda bana tuhaf bakıyorlar. Evet ben teknolojinin dahi ürünü bilgisayarın dilinden anlayanım. 
İnsanların bildiği tanıdığı notlarım arasında b-bulunan bir çift kelime. Bilgisayar mühendisi… Oysa ona her baktığımda korkuyorum. Her an her saniye bizden alıp götürdüklerinden korkuyorum. Sağ taraftaki koltukta oturan o küçük çocuğun ellerinde gördüğüm saatlerdir düşmeyen telefondaki oyunlardan korkuyorum. Elleri toprağa değmeden soğuk, metal bir nesnenin oyun komutlarında.
       Güneşi okulda giderken hisseden bir çocukluk. Ben yaz çocuğuyum. Yağmur damlaları birer birer bana hatırlatıyor sanki. Koşturarak nefes aldığımız günleri. Ağaca tırmanırken kanayan dizlerimi ve düştükten sonra kalkışımı. Kalkardım daha güçlü. Annem, babam ve dedem ellerinde bir bezle silerdi kanayan yaralarımı. Yaralarım dahi nefes alırdı. Bilirdim iyileşeceklerdi. Oyunlarımız nefes alırdı. Eller o metalden çok daha canlı oyunlar oynuyordu. Pamuk şekerlerimizle katıldığımız oyunlardı.
         Elif uyumuştu bir süre sonra. Yorgunluk hüznüne karışırken gözleri dayanamamıştı geceye. Uyandığında ise nefes düzeni çoktan değişmişti. Yüzleşmek önce havada başlardı. Aynı havayı solumak düşünceleri yeniden imar ederdi. Kızgınlığını yeniden hatırlamış kalbini tutmuştu. Sorular duygularının gölgesinde kıvransa da ilerlemekten vazgeçmeyecekti. Biliyordu. Dedesinin vefat ettiğini söylemeyişlerine mi kızmıştı yoksa hayattaki tek gerçek oyun arkadaşını kaybettiğine mi… Dedesi çocukluğuydu. İnsan çocukluğunu kaybederse mutlu olabilir miydi? Mırıldandı otobüsten inerken; “çocukluktu tek mutluluğumuz.”  Dedesinin mezarına değil hep koşuşturdukları sahile gitti. Mavi aynı maviydi. Pamuk şekerci Mustafa amca aynı yerindeydi. Birazdan mavi elbiseli bir çocuk ve dedesi geçecekti. Öyle düşünmek istedi. Sayamadığı saatler boyunca bekledi. Neden sonra kalkıp bir pamuk şeker aldı. Gözyaşları durmuyordu artık hıçkırarak korkmadan ağlıyordu. Tıpkı çocukluğundaki gibi. Çocuk ağlardı ya büyük! Ağladıkça ağladı. Durmadı, ta ki…  Omzuna  dokunan bir el gözyaşlarına set olana dek.
“Dede…”
“Elif!”
“Dede, gerçek olduğuna öylesine inanmak istiyorum ki. Gerçekliğin sıkıcı tarafı canımı yakıyor. Hayalsin biliyorum. Ama o kadar çok isterdim ki önce gelebilmeyi. Sana anlatabilmeyi. Sandığım… Onu bir kere açabildim. Her şeyi saklamışsın. Mavi elbisemi, beyaz saç tokamı ve anı defterimi saklamışsın özenle. Sen vermiştin bu defteri bana. Mutlu olduğun anları yaz demiştin.”
       Mutluluk şimdi uzaktan el sallıyor sanki her insana. Oysa bu sandık bana öğretti ki; mutluluk bu sandık. Benim sandığım. Anılarım bu sandıkta kalbim acıdığında, düşlerim kırıldığında bu sandığı açmıştım. Şimdi de öyle. Sen gittin. Düşlerim kırık kalbim çok acıyor. Ne yapmalıyım?”
“Ne yapman gerektiğini biliyorsun bence! Her zaman da bildin. Küçücükken gözlerini kapar etrafını dinlerdin. Zaman sadece insanları değil çevreyi de değiştirir. Şu binalar, çocukluğundaki yerlerden farklı değil mi? Ama bu farklılıklar çoğu zaman insanı yormaz. Bunu unutma. İzle, çocukluğundaki gibi ve sev. Anılarını sevdiğin gibi değişimleri de sev. İnsanlar anılarından çıkmazlar. Bir pamuk şekerci de gördüğün mutluluğu hayatından ayırma.”
“Dede!”
   Tebessüm en güzel ilaçtır kimi zaman. Biliyordu dedesi bir süre sonra kaybolacaktı. Ellerinde düş dünyasının kapılarını açmak için bekleyen sandığı usulca bende varım diyordu. Unutma! Elif yavaşça boynundaki anahtarı çıkarıp çevirdiğinde gözyaşlarına kahkahalar karışmıştı. Eski bir fotoğraf makinesi. Nasıl görememişti? Şaşırmıştı. Yanıbaşından gelip geçen insanların bakışları umurunda değildi. Çocukluk fotoları ve heyecanları. Düş damlacıkları birer denize dönüşüyordu şimdi. Sessizce mırıldanıyordu Elif;
“Pamuk şeker çocuklukları yaşayan çocuklardık biz. Pembe düşleri olan umutla bakan… Şimdi her düş kırıklığımızı zamana atıyoruz.  Sorumluluğu ona yüklemek kolay geliyordu belki de . Biliyorum eskiyi özlemek adı altında çok anımızı özel kılacağız. Anlatacağım çocukluğumu çocuklarıma. Sobalı evlerimizle dedelerimizle, anneannelerimizle, babaannelerimizle oturuyoruz. Ve bir düş anlatılıyor bizlere. Kaf dağının ardındaki masalını aramaya giden cesur insan oluyoruz kimi zaman… Masalın sonunda iyiler kazanıyor. Sonra büyüyoruz salıncaklarımızda en uzağa, en yükseğe yükselmeye çalışırken. Ellerimizdeki oyuncaklarımız değişiyor, uzaktaki yakın oluyor. Ve bir mutluluk düşünde yakın oldukça uzağa düşüyoruz. Pes etmiyoruz.”
          Elif, anahtarı yeniden boynuna taktığında biliyordu. Dedesi ona bir sığınak bırakmıştı. Bu sığınak küçük, gül işlemeli koca bir E harfinde saklı anılar sığınaydı. Pamuk şekerci Mustafa amcadan alabildiği kadar pamuk şeker alıp ilerledi. Parktaki tüm çocuklara dağıttıktan ilerledi. Tıpkı bir merdivenin basamakları gibi birer birer çıkıyordu evine doğru giden yolun basamaklarını. Evininin kapısına uzanan elleri artık kapı ziline uzanabiliyordu. Büyümek aslında bu kadar basit miydi sahiden? Cevapsız soruların yorgunluğuydu büyümek, biliyordu. Aklından geçen yegane cümleydi Tekrar etti. Tüm yorgunluğuna rağmen;

“Anne! Ben geldim…”

(Bugün içimden kendi yazdığım hikayemi paylaşmak istedim)

15 Mart 2016 Salı

BAHAR RENKLERİ

Uzun yürüyüşler her zaman ruhu dinlendirmiştir.En azından benim için böyle. Yürümek saatlerce bilmediğim bir yerde turist olmak nefes aldırdı sanki. Aslında bir yerlerde bildiği şehirlerde de insan turist olmali. Görmediğini görebilmek duymadığını duyabilmek ve hissetmediğini hissedebilmek için. Şimdi bahar son sözü söylemekte...Soğuğa kafa tutmakta açan bu güzel çiçekleriyle. Dünyanın en güzel manzarası bu olmalı. Tüm yorgunlukları alacak bir düş manzarası. Baharın rengi yeşil olmaz yalnızca. Bahar hissedilen her renktedir. Masallar en çok bunu öğretti bana. Bir yaz çocuğu olsam da baharın güzelliğine her zaman saygı duymuşumdur. Bu yüzdendir az fotoğraf çekmelerim. Her fotoğrafin bir hikayesi olmali inancım. Bu fotoğrafında var bir himayesi. Ya sizin hikayesi olan fotoğraflarınız var mı?