DÜŞ DAMLACIKLARI
Mucizeler beklenmeyendir. Asla fark edilmeyen… İşin gerçeği; mucizenin tanımını yapmaktan fazlasıyla uzaktayim. Çok uzakta… Bir düş mesafesinin gerçekliğine sıkışmış gibiyim. Gözlerimi kapatıp hayal etmeyeli o kadar uzun zaman oldu ki. Kendimi bir mucizeni derinliğinde hissetmeyeli… Uzaklardaki düşleri yakın hissetmeyeli. Mutluluğun nasıl bir his olduğunu. Mutluluk tanımı yapılabilen elle tutulur gözle görülür bir şey miydi? Bilmiyorum. Bildiğim ise;
Mutluluk küçücük bir çocuğun gözlerindeydi. Kimi zaman rüyalarımda gördüğüm bir çocuktu mutluluk. Benim çocukluğumdu. Ellerini uzatmış bekliyordu sanki. Buraya kadar… Gerisi koca bir anı denizi… Gel-gitleri olan o denizde kendimi bulmaya çalışırken rastlamıştım, küçük kıza. Beni sımsıkı tutmaya çalışıyordu, bense ona ellerimi uzatmaya. Benim ellerimi tutmasını öylesine içten diliyordum ki.
Bir düşün içinde var oluyorum. Kaç yaşımda olduğumu hatırlayamayacak kadar küçüğüm. Koca dünyada ufacık bir benlik. Simsiyah bukleli ilkbahar toprağı gözlü kız ellerinde dört-beş balon deniz kenarında koşuşturuyor. Dedem… Ardımdan gücü yettiğince koşturuyor. Sonunda pes edip kahkahalarla beni izliyor. Mutluyuz. Yetiyor dört-beş balon ve delicesine koşmak. Koşmak mı o zaman daha güzeldi yoksa yaşanılan o kısacık mutluluk dolu anlar mı? Bilemedim. Bilememek canımı acıtıyor ve şimdi bir doğum günü gecesi… Gidiyorum. Tam tamına 25 yaşındayım. Saat 12’yi geçti. 16 Haziran 1990 yılı doğumlu bir genç kız 25 yaşının özel olması dileğini en özel yerinde saklı hazinesinde kutlamaya, hüznüne doğru yol alıyor. Ne bulmayı umut ediyorum bilmiyorum. Ne aramalı ki ne bulmalıyım?
Büyümenin en kötü yanını buldum belki de. Ve gitmemin sebebi bu değil mi? Sebebini dile getirmekten korksam dahi konuşmalıyım. Mutluluğumun üzerinde kaç yaz geçti diye saymayı bırakıp itiraf etmeliyim. O koşan kız ben olmalıyım. Simsiyah saçlarıyla rüzgara savrulan elbisesini düzelten, özlemle canı acıyan. Özlem… Kalanlar acı çektiğini söyler. Oysa giden en büyük acıyı yaşayandır. Üniversiteyi kazandığımda dedem kimsenin görmeyeceği bir yerde elime sandık tutuşturup gerçekten yalnız hissettiğinde bu sandığı aç demişti. Gerçekten yalnız… Boynumdaki anahtarı sadece bir kere açmak için çıkardım. Ağlayarak kapattığım sandığın kapağını bir daha açmadım. Şimdi doğum günümde yalnız olmamak dileğiyle çocukluk kahkahamın kalabalığını bıraktığım yere gidiyorum. 25 yaşımda mutluluklarıma virgül koymaya gidiyorum. Gözlerimin önünde tek bir resim ellerime balonlar mavi elbisemle koşturuyorum. Dedem bana gülümsüyor. Kollarını uzatmış beni bekliyor ve ben küçücük bir çocuk oluyorum. Biliyorum bu yolculuk hüznün labirentlerinde olacak. Bir karanlık ve bir aydınlık göreceğim. Gün ışırken geçtiğim şehirlerin ışıkları söndürülecek. Bir hayal deryasında şehirlerin ışıkları söndürülecek. Bir hayal deryasında kaç ev, kaç hayatı geride bırakacağım, kendi evime ulaşmak için. Kimse söylememişti. Büyümek zormuş sahiden de. Şimdi çıktığım yolun amacını biliyorum ama. Ellerimde sımsıkı tuttuğum sandığım biliyorum. Bir gece ve bir gündüz sonrasında… Devamını getiremediğim kelimelerim tamamlanacak. Rüya gibi özlemlerime bırakacağım kendimi. Çocuk olmanın gerçekten mutlu ettiği zamanlara teslim ettiğim kendimi. Anlattığımda bana tuhaf bakıyorlar. Evet ben teknolojinin dahi ürünü bilgisayarın dilinden anlayanım.
İnsanların bildiği tanıdığı notlarım arasında b-bulunan bir çift kelime. Bilgisayar mühendisi… Oysa ona her baktığımda korkuyorum. Her an her saniye bizden alıp götürdüklerinden korkuyorum. Sağ taraftaki koltukta oturan o küçük çocuğun ellerinde gördüğüm saatlerdir düşmeyen telefondaki oyunlardan korkuyorum. Elleri toprağa değmeden soğuk, metal bir nesnenin oyun komutlarında.
Güneşi okulda giderken hisseden bir çocukluk. Ben yaz çocuğuyum. Yağmur damlaları birer birer bana hatırlatıyor sanki. Koşturarak nefes aldığımız günleri. Ağaca tırmanırken kanayan dizlerimi ve düştükten sonra kalkışımı. Kalkardım daha güçlü. Annem, babam ve dedem ellerinde bir bezle silerdi kanayan yaralarımı. Yaralarım dahi nefes alırdı. Bilirdim iyileşeceklerdi. Oyunlarımız nefes alırdı. Eller o metalden çok daha canlı oyunlar oynuyordu. Pamuk şekerlerimizle katıldığımız oyunlardı.
Elif uyumuştu bir süre sonra. Yorgunluk hüznüne karışırken gözleri dayanamamıştı geceye. Uyandığında ise nefes düzeni çoktan değişmişti. Yüzleşmek önce havada başlardı. Aynı havayı solumak düşünceleri yeniden imar ederdi. Kızgınlığını yeniden hatırlamış kalbini tutmuştu. Sorular duygularının gölgesinde kıvransa da ilerlemekten vazgeçmeyecekti. Biliyordu. Dedesinin vefat ettiğini söylemeyişlerine mi kızmıştı yoksa hayattaki tek gerçek oyun arkadaşını kaybettiğine mi… Dedesi çocukluğuydu. İnsan çocukluğunu kaybederse mutlu olabilir miydi? Mırıldandı otobüsten inerken; “çocukluktu tek mutluluğumuz.” Dedesinin mezarına değil hep koşuşturdukları sahile gitti. Mavi aynı maviydi. Pamuk şekerci Mustafa amca aynı yerindeydi. Birazdan mavi elbiseli bir çocuk ve dedesi geçecekti. Öyle düşünmek istedi. Sayamadığı saatler boyunca bekledi. Neden sonra kalkıp bir pamuk şeker aldı. Gözyaşları durmuyordu artık hıçkırarak korkmadan ağlıyordu. Tıpkı çocukluğundaki gibi. Çocuk ağlardı ya büyük! Ağladıkça ağladı. Durmadı, ta ki… Omzuna dokunan bir el gözyaşlarına set olana dek.
“Dede…”
“Elif!”
“Dede, gerçek olduğuna öylesine inanmak istiyorum ki. Gerçekliğin sıkıcı tarafı canımı yakıyor. Hayalsin biliyorum. Ama o kadar çok isterdim ki önce gelebilmeyi. Sana anlatabilmeyi. Sandığım… Onu bir kere açabildim. Her şeyi saklamışsın. Mavi elbisemi, beyaz saç tokamı ve anı defterimi saklamışsın özenle. Sen vermiştin bu defteri bana. Mutlu olduğun anları yaz demiştin.”
Mutluluk şimdi uzaktan el sallıyor sanki her insana. Oysa bu sandık bana öğretti ki; mutluluk bu sandık. Benim sandığım. Anılarım bu sandıkta kalbim acıdığında, düşlerim kırıldığında bu sandığı açmıştım. Şimdi de öyle. Sen gittin. Düşlerim kırık kalbim çok acıyor. Ne yapmalıyım?”
“Ne yapman gerektiğini biliyorsun bence! Her zaman da bildin. Küçücükken gözlerini kapar etrafını dinlerdin. Zaman sadece insanları değil çevreyi de değiştirir. Şu binalar, çocukluğundaki yerlerden farklı değil mi? Ama bu farklılıklar çoğu zaman insanı yormaz. Bunu unutma. İzle, çocukluğundaki gibi ve sev. Anılarını sevdiğin gibi değişimleri de sev. İnsanlar anılarından çıkmazlar. Bir pamuk şekerci de gördüğün mutluluğu hayatından ayırma.”
“Dede!”
Tebessüm en güzel ilaçtır kimi zaman. Biliyordu dedesi bir süre sonra kaybolacaktı. Ellerinde düş dünyasının kapılarını açmak için bekleyen sandığı usulca bende varım diyordu. Unutma! Elif yavaşça boynundaki anahtarı çıkarıp çevirdiğinde gözyaşlarına kahkahalar karışmıştı. Eski bir fotoğraf makinesi. Nasıl görememişti? Şaşırmıştı. Yanıbaşından gelip geçen insanların bakışları umurunda değildi. Çocukluk fotoları ve heyecanları. Düş damlacıkları birer denize dönüşüyordu şimdi. Sessizce mırıldanıyordu Elif;
“Pamuk şeker çocuklukları yaşayan çocuklardık biz. Pembe düşleri olan umutla bakan… Şimdi her düş kırıklığımızı zamana atıyoruz. Sorumluluğu ona yüklemek kolay geliyordu belki de . Biliyorum eskiyi özlemek adı altında çok anımızı özel kılacağız. Anlatacağım çocukluğumu çocuklarıma. Sobalı evlerimizle dedelerimizle, anneannelerimizle, babaannelerimizle oturuyoruz. Ve bir düş anlatılıyor bizlere. Kaf dağının ardındaki masalını aramaya giden cesur insan oluyoruz kimi zaman… Masalın sonunda iyiler kazanıyor. Sonra büyüyoruz salıncaklarımızda en uzağa, en yükseğe yükselmeye çalışırken. Ellerimizdeki oyuncaklarımız değişiyor, uzaktaki yakın oluyor. Ve bir mutluluk düşünde yakın oldukça uzağa düşüyoruz. Pes etmiyoruz.”
Elif, anahtarı yeniden boynuna taktığında biliyordu. Dedesi ona bir sığınak bırakmıştı. Bu sığınak küçük, gül işlemeli koca bir E harfinde saklı anılar sığınaydı. Pamuk şekerci Mustafa amcadan alabildiği kadar pamuk şeker alıp ilerledi. Parktaki tüm çocuklara dağıttıktan ilerledi. Tıpkı bir merdivenin basamakları gibi birer birer çıkıyordu evine doğru giden yolun basamaklarını. Evininin kapısına uzanan elleri artık kapı ziline uzanabiliyordu. Büyümek aslında bu kadar basit miydi sahiden? Cevapsız soruların yorgunluğuydu büyümek, biliyordu. Aklından geçen yegane cümleydi Tekrar etti. Tüm yorgunluğuna rağmen;
“Anne! Ben geldim…”
(Bugün içimden kendi yazdığım hikayemi paylaşmak istedim)