İlk kelime yorgunluğu... İlk tanışma, ilk cesaret ve ilk kırgınlık hatırası. Milyonlarca kez kalbimiz kırıldı. Fakat bir kez kırıldı o bir kez kırılma tüm kırılmalara bedeldi. Neydi o kırılma? Bir sevgi kaybı mı yoksa hayal düşkünlüğü mü... Belki de tüm yalnızlıklarımızı hatırlatan bir kırgınlık olduğu için tüm kırgınlıklarımıza denkti. Zaman ilerlerken oysa bize öğretmişti. Büyürken daha az kırılacaktık. Bir kitabın sonuna yaklaşırken daha da mutlu olacaktık. İnanmak istediğimiz bu değil miydi? Aslında cevapları beklerken ömrümüz sorularla geçiyor ve cevapları aldığımız her an soruların dünyasında yaşamın çekiciliğini kaybediyoruz. Tıpkı kendi hikayemizde büyürken kaybettiğimiz giriş, gelişme ve sonuçta; sonuca umutla yaklaşırken ardımıza bakma alışkanlığı edinmemiz gibi. Kızmamalıyız. Büyüklerimizin geçmişe özlem duymaları birer alışkanlıktan da fazlasıdır. Zamana uyum sağlamamaktan fazlasıdır. Zaman bu dünya var olduğundan beri aynı değil miydi? Bir an bile akmaktan vaz mı geçmişti? Hayır... İnsanoğlu değişimin ta kendisi olarak suçu zamana yüklemeyi kendisine adeta bir borç bildi. Şimdi düşünüyorum da günlük tutmak benim için bana ait olmayan bir alışkanlıktı. Ve ben büyüdüm. Büyüdükçe geçen süreçte günlük tutmak alışkanlıktan fazlası oldu benim için. Günlüğümü diğerlerinden farklı tutuyorum. Kelimelerin yaşamsallığına inanarak, yazıya gerek kalmadan. Günlük tutmak için kaleme ihtiyacım yok biliyorum. Fakat ellerim kalemden kopamıyor. Öğrenciliği öğrenen benim ellerimden kalem düşmüyor. Bu yüzden yazıyorum. Düşüncelerimin, duygularımın yığın oluşturmasını engellemek için. Acılarımı, kırgınlıklarımı biriktirmemek için... Ne tuhaftır elime aldığım kalem sevinçlerimi yazamıyor... Kalemin de ruhu var. Tıpkı bizler gibi... Bize dönüşen ruhlarının dili ne zaman konuşmaya karar verirse o zaman konuşacaklar. Hatrımızdan çıkmayıncaya kadar...