kitap alıntıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap alıntıları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Temmuz 2021 Salı

MADAM BOVARY


Dolu dolu bir yaz tatili geçirme imkanım olmayınca başladım bende kitap listemdeki kitaplarımı okumaya... Madam Bovary... Okurken 19.yy  romanlarındaki o hakim olan duygular ve psikolojik betimlemeler sanki Tanzimat dönemi yazarlarının eserlerini okuyorum. Yasak aşk konusunu ustalıkla Aşk-ı Memnu(19.yy sonu) veyahut İbrahim Şinasi tarafından yazılan Şair Evlenmesi, İntibah birçok eseri sıralayabilirim, Madam Bovary de o yüzyılın duygusal havasının ve belki de sıkıntılı değişimin insan ilişkilerindeki o sorgulayıcı yapısına sahip. 

Okurken kızdığım, anlamaya çalıştığım Madam Bovary ve anlam veremediğim hezeyan dünyasında haksızlık yaptığı kocası ki şunu söylemeliyim yazar da Charles Bovary'e kızmakta...Yazarın duygularını da satırlardan okuyorsunuz adeta.
İyi kalpli ve karısını seven Charles eşinin de kendisini sevdiğini düşünürken hala gelişen olayları anlayamaması aslında ne kadar anlatsam da anlamaz ki cümlesinin ağırlığını bilmeden yüklenmesi ile başka bir hikayeye sahip. 

Lüks yaşam ve heyecan arayışında olan Madam Bovary ise yasak aşklara tatminsizlik ve yaşadığı hayattan duyduğu memnuniyetsizlik ile son verir hayatına. Roman realizm anlayışı ile karakterlerin iç dünyalarını bizlere sunsa da yazarın kitabın sonunu bir duyum şeklinde bitirmesini sevmedim. 
Charles'ın dünyasını anlamak için biraz okuyucuya fırsat verilmeli ve belki de kızıyla mutlu bir hayat sürdürmesini dilerdim. Diğer karakterlerin ise yaşamlarındaki sıkıntılar,  iş ahlakının zayıflığı içten içe üzdü.  Bir klasik günümüze uzanan eleştirdiğim birçok nokta olsa da okuma listenize almalısınız.  Paragraflar arasındaki ince yorumlar etkileyici. Kitaptan alıntılar;

"Bütün lüks içgüdülerini, ruhunun bütün yoksulluklarını, yaralı kırlangıçlar gibi çamura düşen düşlerini, bütün arzuladıklarını, bütün teptiklerini,bütün elde edebileceklerini hatırladı. Niçin? Niçin olmamıştı?"

"Umut olmayınca insan artık bu tekdüze yaşamdan utanç duyardı."

"Akşam rüzgar pencereye vurur,lamba yanarken ateşin başına oturup bir kitap açmaktan daha tatlı ne var ki?"

Şimdilik yorumlarım bu kadar beklerim yorumlarınızı...

1 Mayıs 2021 Cumartesi

DÜNYA OKULU/SALMAN KHAN


 Herkese, her yerde ücretsiz eğitim... Sizce mümkün olabilir mi? Toplumun her kesiminden bireylere dünya standartlarında bir eğitim sunmak; Khan Academy'nin amacı bu. Bir öğretmen olarak daha doğrusu atanamayan bir bilişim teknolojileri öğretmeni olarak dünyadaki eğitimi, eğitime sunulan yenilikçi düşünceleri, alternatif seçenekleri elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Artık geleneksel eğitim ile geleceğe bir bakış pek de mümkün görünmüyor. Dünya teknoloji de çok büyük adımlar atarken ülkemizde de eğitim ve teknoloji hala ilerleme konusu ve ne yazık ki hala temel sorularla boğuşuyoruz.  Kitaptan bir alıntı paylaşmak istiyorum. "Teknolojiyi değiştirip öğrenme yöntemini aynı tutarsanız, kötü uygulamaya iyi para harcıyorsunuz demektir…Sınıfı yeniden şekillendirmediğiniz sürece, ipad bir sınıfta öğrenme aracı değildir.(sf.108)" Dünya Okulu kitabı yazarı ve Khan Academy kurucusu olan Salman Khan bu kitapta Khan Academy'nin kuruluş aşamalarını ve son durumda gelinen noktayı anlatmakta. Kitap dört bölüme ayrılmış; birinci bölüm olan Öğretmeyi Öğrenmek, ikinci bölüm Parçalanmış Model, üçüncü bölüm ise Gerçek Dünyada son olarak dördüncü bölüm de kitaba adını veren Dünya Okulu bölümü. 

Bir eğitimciden daha çok meraklı bir okuyucu motivasyonun da kitabı okudum ve bitirdim. Bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. Öğrenme ve büyük adımlar atmak konusunda hevesli aslında farklı soruların cevaplarını arayan, sorgulayan ve önemli noktaları görerek geleceğe yön vermek isteyen herkes okuyamalı. Nitekim eğitim dünyasına farklı bir soluk getiren Khan Academy kurucusu da; aslında eğitimden farklı bir alanda çalışırken kuzeni Nadia'nın matematik dersindeki (şunu da belirtmekte yazar; Nadia son derece başarılı da bir öğrenci) bir sınavdan aldığı düşük not neticesinde matematiğe olan isteği kırılınca ona özel ders vermek ile eğitim dünyasına girmiştir. Nadia ile farklı eyaletlerde yaşadıkları için özel dersleri belirli bir süreye bağlı olmadan iki tarafında uygun olduğu zaman dilimlerinde isteğe göre gerçekleştirmişlerdir. Derslerin ünü yayıldıkça özel ders almak isteyenlerin sayısı artmış yazar; farklı zaman ve farklı mekanlardaki öğrencileri için dersler kaydetmeye başlamış ve bunları Youtube'a eklemiştir. Bir site kurmuş bu site temelde oldukça basit olmasına rağmen öğrencilerin başarı motivasyonlarını artırarak herhangi bir bekleme zorunluluğu olmadan konuları da çalışma imkanı vermiştir. Tabi sonraları bu site geliştirilmiş; ücretsiz olmasının sebebiyle bağış ile ilerleyen bu Academy'e Bill Gates gibi önemli bilim insanları da yatırım yapmıştır. Yazar, dünyanın her yerinden mektup, e-mail aldıklarını teşekkür edildiğini de bildirmeyi ihmal etmiyor.

Kitapta geleneksel eğitimin; Hayatı boyunca öğrenci pasif olmayı-düzgün oturmayı, bilgiyi alıp papağan gibi tekrarlamayı-öğrenmiş. Şimdi tümüyle etkin olması, zorlandığı yerleri kendi teşhis etmesi ve aktif biçimde bunların çözümlenmesini sağlanması isteniyor.(sf.53) şeklinde belirtiliyor. Bu cümlelere katılmamak elde değil; X,Y,Z kuşağı derken bu kuşakları aynı yöntemlerle eğitime dahil edip onlardan başarmalarını istemek adil gelmiyor. Hatırlıyorum da 40 dakikalık derslerin bitiş zamanı için saate bakmaktan kendimi alamazdım. Dersin son dakikaları geçmek bilmezdi. Peki ne yapılmalı? Yazar bu soruya adeta cevap verircesine; Öğrenciler aktif olarak ele almaya cesaretlendirilmeli. Bilgiyi yalnızca almakla kalmamalıdır; bir şeyin nasıl olduğunu kendi kendine keşfedilmelidir. Bu elde edinilecek çok değerli bir alışkanlık çünkü modern iş dünyasında kimse size hangi formülü kullanacağınızı söylemiyor; başarı, problemleri yeni ve yaratıcı biçimlerde çözmekte yatıyor(sf53) iş dünyası denilen olgu benim için düzenli olmasa da okul sonrası bir anda kendinizi büyük bir kalabalıkta, koşturan insanlar arasında ne yapmanız gerektiği sorularıyla baş başa buluyorsunuz. Öğretilen teorik bilgilerin uygulanma aşamasına geçmek bu kadar uzun sürünce o bilgilerin unutulma durumu da oluyor. Pandemi de gördük ki geleneksel eğitim anlayışı ile eğitim sistemimiz sürdürülemez. Ya da bu anlayışa yenilikçi yamalar yapılarak temel problemler göz ardı edilemez. Yine yazarın belirttiği gibi; "Bugünün dünyasının yaratıcı, meraklı, kendi kendine yönlendirebilen, ömrü boyunca yeni şeyler öğrenebilecek, yeni fikirler bulup bunları uygulanabilecek bir iş gücüne ihtiyaç var.(sf.74)" 

Yazar eğitimin asıl önemli görevinin; çocuklara nasıl öğreneceklerini öğretirken onları öğrenme isteğine yöneltmek, merakı beslemek ve onları cesaretlendirmek olduğunu  tavsiye ediyor.  Hayal ettiği dünya okulunun ise teknolojiyi kendi başına bir değer olarak değil, kavramsal bilgiyi artıran, kaliteli ve güncel eğitimi taşınabilir yapmak olduğunu söylüyor.

Evet, ülkemizde hala internet altyapısı

 problemleri, akıllı tahta ya da bilişim

 laboratuvarları sıkıntıları var. Ancak

 gördük ki teknoloji tek başına bir ders

 veya bir nitelik değil. Bilgi çağında,

 zorunluluk ve her ders için ayrı ayrı

 öneme sahip. 


Şimdilik yorumlarım bu kadar. Sizlerin de

 yorumlarınızı beklerim...

31 Temmuz 2020 Cuma

ANI KOKUSU

   
                    Herkese iyi bayramlar!!! Uzun zaman önce bir dergiye yayınlanması umuduyla gönderdiğim ve bir yıldır daha yayınlanmadığı için bloğumda sizlerle paylaşmak istedim bu kısa hikayemi...                  
                           
 
 

                    ANI KOKUSU

“Kokular anıların kapısı adeta…”

“Neden böyle söyledin?”

“Anneannemin sokağına girer girmez odun ve kömür kokularının oluşturduğu sıcaklık karşılardı mevsim kış iken… Baharı o sokakta hissederdim yine; portakal ve limon çiçekleri kokusunda bulurdum çocukluğumu. Yasemin kokusunda ise okul dönüşlerimi… Gece; belki de tüm kokuları barındıran dert ortağım. Biraz yasemin, biraz is ve biraz da evlerden rüzgarın getirdiği ev kokuları… Şekerli; baharatlı ve kalıcı. “

“Bu yüzden mi bu dükkanı açtın?”

“Hayır…Umuduma yakın olmak istedim yalnızca!”

“Umudun… Seni uzun zamandır tanıyorum; ilk kez böylesin.”
“Neşeli; tebessümü eksik etmeyen yüzler hayatın sokaklarında herkesten daha çok kaybolmuştur. Bu yüzden yaşanılan her olay perdeleme ihtiyacı hissederler. Anlamak için üzülme ve ağlama aşamasına geçmeden ağlamak için. Bilirler onlar için üzülmeler gürültülü olmadıkça görünmezler; gözyaşların yanaklardan kendine yol açması bir çeşit mucizedir.”
“Ağladığını görmedim…”
“En son ne zaman ağladığımı unutacak kadar yaş aldım. Büyümek dedikleri hayatın pencerelerinde güneşten eridi kalbim; soğuktan buz tuttu; yağmurda ıslandı sonunda ise elime bu kaldı… Sessizlik ve umudum.”
“Umudun nedir?”
“Hatırladığım en son anın; kokusunu bulabilmek…”
“Hala mı?”
“Herkes kötü anılarını unutmak isterken güzel anılarının devamının geleceğini zanneder. Ben; gözlerimi kapattığımda gördüğüm karanlıkta kayboluyorum. Karanlık öylesine derin ki son beş yılım nerede diyorum. Tek bir anı yok; tek bir yüz yok… Yok…”
“Hayatındaki 25 yıl peki? Hiç mi önemi yok…”
“Olmaz olur mu! 25 yıl boyunca kaybettiğim o yıl için beklemişim meğer!”
“Peki burası? Bunca bekleyiş; kaybettiğin ve aradığınsa şimdi… Şimdiyi kaybetmek en ağırı olmaz mı?”
“Ben şimdi de mutlu olmayı ertelemiyorum ki. Doğrusu artık ertelemiyorum. Görmeye çalışıyorum. Yürüyorum; izliyorum. Kokuları hissediyorum. Jakarandaların avuçlarıma düşmesini beklerken az öte de duvarların ötesine aşmaya çalışan yaseminlerle göz göze geliyorum. Ne tuhaf! Hayatın içerisinde olduğunu anlatmak için elinden geleni yapıyor biz ise başımızı çevirip bahçe duvarında fışkıran hayatı görmüyoruz. Koşmamız gereken yerler en önemlisi de meşguliyetlerimiz var. Aradığım beş yılımı unutmak için sebeplerim olduğunu hatırlatan meşguliyetler…Gözlerimizi kapattığımız korkularımız. Cesaretimi çağırmak için bu sefer kapatıyorum gözlerimi. Karanlığı kendi karanlığımla yenmek için. Eski radyomda dinlediğim seslere kulak veriyorum. Rüzgar uyuduğunda ise kapanan gözlerim ıssızlıkta direniyor. Ayı yolcu etmenin hemen ardında kendimi burada buluyorum. Bu senin için unutmuş; defterinin son sayfasını bulacağını umut eden bir adamın sana hediyesi… Anı kokusu. “
Eline aldığı şişenin kapağını heyecanla açarken istemsizce gülümsemişti;
“Hanımeli; nergis ve biraz da deliotu… Güneşin batmasına birkaç dakika kala oluşan o görüntü… Turuncu; beyaz ve beyazın içerisindeki o narin renk… Çok seviyorsun kokularla görüntüleri canlandırmayı. Teşekkür ederim. Gözlerimi kapattığımda hatırladığım en güzel manzara bu kokuda… Hüzünlü gelir çoğu insana. Benim içinse ayrı bir mutluluktur. Günlerin uzarken kısalacağı zamana değin en güzel mevsimde var olabilmek. Biliyor musun; ne fazla idim ne az… Daha çok üzülüyormuş insan böyle olunca. Yaz sıcağına dayanmayacak bünyem kış soğuğunda üşümekten yorgun düşen ellerim baharı beklerdi. Bahar ise bir rüya gibi bir an gibi… Kısa bir selamlaşmanın ardından ellerini geride kalan bana uzatan dost… İkimiz senin aradığın beş yılda karşılaştık. Öncesi; sonrası senin için bu kokularda saklanırken bende kelimelerime ve kalemime sığındım. Korktuğumda yazdım; ağladığımda yazdım sadece… Mutlu olduğumda yazamadım. Yazmak demek ki benim için hüznün ve gözyaşının durağı olmuş. Korkaklığımı yazabilecek cesareti bulabilirken mutluluğumu neden yazmadım diyorum kendime… Neden? Kıskanırlar mı yoksa gölge mi düşürürler kötü kelimeleri ile; eğer mutluluk dışında yazarsam unutulur kalplerindeki sakladıkları o yere mi dokunmuş olurdum. Sorular… Sorulardan kurtulup cevapları bulmak isterdim.”
“İstemezdin… Cevap yolunda olmak sana iyi geliyor. Cevaba ulaşmak değil!”
“Kendinize gelin; iyi misiniz? Evet caddenin karşı tarafında idim. Bayıldığını görünce hemen koştum. Hayır; tanımıyorum siz tanıyor musunuz?”
Kalabalık kendi içerisindeki uğultuya bir kez daha sorsa da cevabı alamamışlardı. Kimse tanımıyordu. Şehre gelen bir yabancının hikayesini bilmiyorlardı. Hikayesini arayan yabancı… Hayatı boyunca ismi dışında birçok isimle seslenmişlerdi. Sesini duyurabilse; “ben yabancı değilim buralı olduğumu unutacak kadar uzun yaşadım. Kelimelerin ağırlığında düş kırıklıklarının gölgesinde arıyordum; kaybettiğim beş yılı… Cebimde ulaştırmam gereken bir koku var. Uzanabilseniz heybeme; anı kokusunu bulacaksınız. Anı kokusunun gittiği yol sahibine giden yol olsa kızmam. Hatırlayacağım son anı demek ki bu anmış… “
Öldü… Yabancı öldü… Tanıyan birileri çıkmadı. Heybesinden çıkanlar; küçük bir not defteri, birkaç damla yasemin ve şu koku… Özel hazırlanmış; anlaşılıyor. Kim bilir kimin içindi.”
“Adı peki?”
“Kimliği yoktu. Defterinin ilk sayfasında E.A. dışında yazılan tek yazı; “kum saati paramparça oldu; zamanın kumları dört bir yana dağıldı. Ben de o kum tanelerinden birisiyim aradığım; kaybettiğim beni bulmak isterken kendi karanlığımda kayboldum. Yol göstermesi için kokulara sığındım. Anı kokusu yolculuğun son durağı... Biliyorum…”
                                                                                               

11 Temmuz 2020 Cumartesi

BİNBOĞALAR EFSANESİ YAŞAR KEMAL

                                            
    Çukurova... Efsaneleri yaşatan aslında efsanelerle yaşayan ova. Sıcağı dillere destan,baharı daima sevilen toprağa tutkun bereketli toprakların değerini bilen şehir; Adana. Bu şehirde doğmuş bu şehrin havasını solumuş belki de bu şehrin durağında hayatı izlemiş ve anılarında yer vermiş edebiyatçıların eserlerini okuduğumda çok mutlu oluyorum. Orhan Kemal; kitaplarının hemen hemen hepsini okumuş birisi olarak Yaşar Kemal kitaplarını bu yaz okuyup bitirmek istiyordum. Adalet bölümü sınavları bitip açıklanınca hemen okumaya başladım. Binboğalar Efsanesi eserini...

  "Yüzyıllarca yerleşik düzene geçmemek için direnen Türkmenlerin romanı Binboğalar Efsanesi Hıdırellez şenliklerinde, göçerlerin kış için sığınacak topraklar bulma dilekleriyle başlar. Ancak kış onlar için bir yok oluş öyküsüne dönüşecektir.
Yörüklerin yok oluşuna yakılmış bir ağıt..."(Kitap tanıtım rehberinden)
      
 "Ağlar bu mezarlıkta yörükler her gece
     Bıkıp iri  yıldızları davar sanmaktan
    Düşünür eski günleri...iskandan önce
      Geride kalmanın hüznü yamanmış yaman"
                    MELİH CEVDET ANDAY

Osmanlı döneminde konar- göçer Türkmenlerin iskan politikası çerçevesinde zorunlu olarak yerleşik yaşama geçirilmesi ve bu politikaya direnen "Ferman padişahınsa dağlar bizimdir diyen Dadaloğlu gibi Türkmenlerin mücadelesine uzanıyor; kitabın ana konusu. 
Osmanlı Devleti sonrası Kurtuluş Savaşı ve derken Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte İsmet İnönü dönemine kadar yerleşik yaşama geçemeyen Yörüklerin bir kışlak bulma arayışında kayboluşlarını okurken tek bir satır bile atlamak istemeyeceksiniz. 

Kitap içerisinde bizlere aktarılan karakterler öylesine canlı ki o acı ve sıkıntıyı anlamak için birkaç cümle yetiyor hatta artıyor bile. Kesinlikle okumanızı tavsiye ederim. Hıdırellez zamanı; beklenilen o mucizevi anı yakalamak ve hep birlikte kışlak dileyelim sözü her zamanki gibi insanoğlunun "ben" isteğinde kaybolup gidiyor. Çukur'a indiklerinde köylüler tarafından yapılan baskı, ağaların zulmü ve Çukurova'da yaşayacak alan onlara bırakılmaması öyle ki azalırken azalıp yok olalım artık dayanacak gücümüz kalmadı şeklindeki yakarışları karşısında üzülüyorsunuz.

 Yerleşik yaşama geçen yörüklerin ise geçmeyenlere yardım etmemesi hatta onların da o baskıya katılması beni insanlar hakkında düşüncelere sevketti, ne yazık ki... Kerem'in şahin sevdası dedesinin kalp kırıklığı ile vefatı aklımda yer edinen önemli olay. Vefatı üzerken bu durum alışagelmiş gibi umursanmaması ve Ceren... Ah Ceren kız vah Ceren kız dedim.
Kitaptan alıntılar;
"Herkes göremez yavrum. Yalnız günahsızlar, iyilikseverler görür onları. Kötü insanlara, kuşlara, arılara, insanlara zulüm yapanlara gözükmez onlar. Saba gözükür yavrum. Belki bana da..."
"Türkmenin kadınları bu dibeklerde kahve döverken, dibek seslerinden dünyanın en nazlı türkülerini yaparlardı..."

"Eski anılar insanın başına bir çağlayan gibi dökülür."

"İnsan soyu bu kadar yozlaşamaz, aşağılaşamaz, küçülemezdi"
Zamanın bir masalı olursa eğer bu kitap bu masalı anlatmış derdim. Uyum sağlarken bizi biz yapan değerleri ama en çok merhamet ve empatiyi unutmadan ilerlenmeli. En güzel kıyafetler, teknolojik aletler, zenginlik peki insanı insan yapan değerleri unutmaya değer mi?

Şimdilik yorumlarım bu kadar. Eğer listenizde yoksa bu kitabı okumanızı mutlaka tavsiye ederim. Beklerim yorumlarınızı...

21 Nisan 2020 Salı

STEFAN ZWEIG AMOK KOŞUCUSU

                                       
      Ramazan'a az kaldı değil mi!
 Sahur ile uyuma saati saati arasındaki dengeyi sağlayana kadar Ramazan ayı geçiyor ama seviyorum. Gecenin o sessizliğini hissederek beklemek güzel bir içe dönüş de sağlıyor. Düşüncelerinin berraklığı diyorum ben.
 Bu arada havalar 28 dereceyi görmeye başladı. Mayıs ayında 30 dereceleri çok rahat görürüz. Yaz mevsiminde doğan birisi olarak zaman geçtikçe akşam serinliği mevsimleri özleniyor sanırım. 

  Şu günlerde okumak istediğim
 çok kitap var özellikle; Kitap Hırsızı filminden sonra Kitap Hırsızı kitabı... Ama sipariş vereceğim sitede bulamadım. Stefan Zweign/Amok Koşucusu Mart ayında okuyup bitirdiğim bir kitap. Hatta elime alıp bitmeden bırakmadım.

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kitabı ve Satranç kitabından sonra yazarın okuduğum üçüncü kitabı idi. Yazarın belirgin bir tarzının olduğunu düşünüyorum. Hatta hüzünlü. 
Ana karakterlerin gerçekten saplantılı düşünceleri bulunmakta ya da hayatlarında belirgin bir boşluk, hüsran başarısızlık duygusu ya da aşkın tanımlanamayan her hali, hezeyanları ve psikolojik travmaları... 
Şunu belirtmem gerekiyor; Zweig kitapları bir kez okuduysanız diğer kitaplarını mutlaka okumak istiyorsunuz. 
O içe çekiliş halini hissediyorsunuz. Kitap içerisindeki olay olurken sizlerde okumuyor aslında izliyorsunuz veyahut isimsiz bir kitap kahramanı oluyorsunuz karakterlerin farkına varmadığı...

Gelelim Amok Koşucusu kitabına; Amok(gözü kara, hiddetle saldıran ve öldüren) Malezya- Güneydoğu Asya bölgesinde ve bu bölge kültüründe "cinnet" halini ifade etmek için kullanılan bir tanım. Derin bir depresyon dönemi sonrası ortaya çıkan şiddetli delilik hali gibi, tedavisi mümkün değil son ise oldukça bilindik. Kitapta bu şekilde tanımlanıyor. 

Öyle ki köylüler amok koşucusuna acıyan gözler ile bakmaktan başka bir şey yapamazlar.
Bir deniz yolculuğu ile başlayan kitap sayfalarında yardım istemekle başlayan diyalogların aslında ruhsal açıdan anlatma ihtiyacının bastırılmaması ile devam ediyor. Şu alıntıyı paylaşayım;
"Bana anlatabilirdi... Ona hiçbir şey için söz veremezdim, ama onu dinlemeye hazır olduğumu söylemek bir insanlık göreviydi. Birini zorluk çekerken gördüğünüzde ona yardım etmek elbette bir insanlık göreviydi..."
Anlatan ve dinleyen ikileminde; 
anlatan doktorun büyük bir pişmanlığı sonuna kadar yaşayıp en sonunda ise Amok Koşucusu olma ruh haline doğru aldığı yolculuk, 
dinleyenin ise herkesin bildiği sıradan bir hikayenin aksine görünenden çok daha derin ve anlamlı olduğunu bildiğini ve kendine sakladığını anlatan bir kitap.

"Güvenin şartı samimiyettir, kayıtsız şartsız samimiyet."

"Size içimi açtığım ve duygularımı önünüzde sergilediğim için kendimi
daha iyi hissettiğimi sanmayın sakın. Hayatım paramparça ve hiç kimse onları yeniden bir araya getiremez.
Yazarın diğer kitaplarını da okuduysanız sonunu az çok tahmin edebiliyorsunuz ama
 ben başka bir son düşünmüştüm.
 En azından sona doğru farklı bir yol... 
Bence okuma listenize ekleyebileceğiniz kitaplardan...Beklerim yorumlarınızı...

13 Nisan 2020 Pazartesi

Virginia Woolf/ KENDİNE AİT BİR ODA


İki günlük sokağa çıkma yasağı sonrası bir yaz esintili gün olan pazartesi... Son zamanlarda her gün birbirinin aynısı gelse de doğa değişimini bizlere hatırlatıyor. Adana için en güzel aylardan birisi; yaz oldukça boğucu bir sıcak olduğu için gerçekten Nisan ayını çok seviyoruz. Sağlıkla kalmak en büyük duamız. Umarım hayatın normale dönmesi uzun sürmez. Sevgili mordüslerkitaplığı bir etkinliğe davet etmişti. Ama ben mart ayında iki kitap okuyabildim. O yüzden kısa özet yerine iki yazımı da bu kitapların yorumlamalarına ayıracağım. 

Virginia Woolf/ Kendine Ait Bir Oda uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı. Beklentimin biraz altında kalsa da etkileyici
paragraflar barındırmakta...Notlarım, 

"...Hayatın ticaretine girmeniz konusunda sizi daha nasıl teşvik edebilirim? Genç bayanlar, derdim, lütfen katılın, çünkü konuşmanın sonu başlıyor, bence siz utanç duyulacak kadar cahilsiniz. Asla önemli denecek bir keşif yapmadınız. Asla bir imparatorluğu sarsmadınız ya da bir orduyu savaşa götürmediniz. Shekaspeare'in oyunlarını yazmadınız ve asla barbar bir ırka medeniyetin nimetlerini tanıtmadınız..."             
     İlk sayfalarda kendinizi kaybetmiyorsunuz ya da haklı yazar hiç bu şekilde düşünmemiştim demiyorsunuz. Ancak paragraf aralarındaki cümleler son sayfalara doğru biraz daha devam edilseydi düşüncesindeydim. 
    "Kadın eğer yazacaksa ortak oturma odasında yazmak zorundaydı."
Bu alıntıya katılmamak elde değil. Ama zamanla bu durumun değiştiğini de düşünüyorum. Evler büyüdükçe kişiye ait odalar artıyor. Ben dört kardeşin en küçüğü olarak çocukken evimiz biraz küçüktü ve ödevlerimi oturma odasında yapar; oturma odasında uyurdum. Şimdi kendime ait odayı yazı yazmak için kullanıyorum ya da bu ara öğrencilerime Scratch programı üzerinde uygulamalar yapıp gönderiyorum EBA'da...
"Mesela zengin insanlar sık sık kızgındır çünkü fakirlerin, servetlerini kapmak istediğinden şüphelenirler"(Bu alıntı ise ayrı bir tez konusu)

"Gerçekliğin beyaz ışığında değil, duygunun kırmızı ışığında yazılmışlardı."(Duyguların renklerle bu kadar güzel yansıtılıp kelimelere aktarılması gerçekten harika...)

Kadınların kendilerine ait 500 pound'a sahip olduklarında birer sanatçı çıkacağını ve özellikle Shekaspeare'in  kız kardeşi olsa tezi ile yola çıkılan düşünceler yumağında yazar; Elizabeth dönemindeki kadınların durumuna da bir ışık tutuyor. O dönemde 500 pound veyahut bir miras kalması ile kadınların sahip oldukları sıkıntıları bir kenara atıp ruhlarındaki o yazma duygusunu çıkaracaklarını dönemlerine damga vuracakları kanaatinde olan yazar; düşüncelerini bir tezi savunur gibi ifade etmekte. Örneklerle ile çevresindeki insanlarla, profesörlerin hareketleri ile yalnızca öğrencilere açık olan bir bahçeye giren bir yabancı olmayı bırakarak düşünceler dehlizinde adeta kaybolurken açıklamakta... Virginia Woolf'un hayatını kitaplarından önce okuduğum için onun yaşamı ile yazdıklarını ister istemez bağdaştırdım.
Kadınların cam bir fanusta korunaklı şekilde yetiştirilmemesi gerektiğini düşünenlerdenim. Bir gün gelip de o fanus kırıldığında çok yıkılan gördüm. Çok güçlüyüz hayatın her alanında var olurken sıkıcılığı yıkıp geçiyoruz.
 Kitap dönemi ve bu dönem arasında sayılar fazla olsa da hala almamız gereken çok yol var ne yazık ki... Ne yazık ki diyorum başarılarımızı ispatlamak zorunda kalıyoruz. Bir şekilde baskın olan başarılar erkeklere aitmiş gibi kalıyor. Umarım daha eşit şartlarda mücadele edebileceğimiz ve hayatın her alanında zaten vardık ama şimdi hakimiz diyebileceğimiz bir dünya olması dileğiyle...
Beklerim yorumlarınızı...